Refik Halid Karay – Üç Nesil Üç Hayat

“Aziz Dönemi”, “Hamit Dönemi” ve “Şimdiki Durum”, Cumhuriyet’ten biraz sonrası yani, üç dönemde gündelik yaşam pratiklerinin değişimi. Yolculuk diyelim, İstanbul’dan Ankara’ya gidilecek. İlk dönem: Hırkaişerif semtinde bir konak, mermer havuzu var, limonluğu o dönem Avrupa’yla ilişkilerden ötürü III. Napolyon’un kış bahçesinden arak. Yol hazırlığı var bahçede, Paşa hemen yola çıkacak, Ankara’ya vali olarak atanmış. Cehennemin dibine, o yıllarda. Büyük hanım yarı hac sayılacağını söylüyor, Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin türbesine yüz sürecekler. Lala daha da mutlu, Çankırılı hemşerilerine çuha şalvarıyla hava atacak. “Engürü”ye kaç günde gidiliyor, Bolu kaç günde bırakırsa! Mevsime, kuraklığa bağlı, pilav lengerlerine, ayvazlara, uşaklara ve zaptiyelere. Tam anlamıyla bir sefer, Paşa iki eşini almış yanına, kır serdarlarını, kaymakamları karşılıyor, yolda ziyarete gelenler olduğuna göre daha da gecikilecek. Ankara’da karşıcılar, iki kafile kafa kafaya. Karaveli’nin anılarında vardı, II. Abdülhamid zamanında bir Paşa gelmiş, seymenleri sallamamış mıydı, birilerine kötü mü davranmıştı neydi, raconu bilmediği için odasını basıp gözdağı veriyorlardı adama, ertesi gün adam İstanbul’a kaçarcasına geri dönüyordu. Evet. İkinci dönemde şehir Fatih’ten Beyazıt’a doğru genişliyor, konaklarda bahçeye önem verilmiyor artık, zamanın adamları Yıldız’a daha yakın olmak için Nişantaşı ve Maçka’ya atıyorlar kapağı. Ayvazlık bitmiş, evlerde bir iki uşak, çöküş yani. Şehzade ve sultan saraylarıyla bir alt sınıfın konakları hariç evler küçülüyor, Anadolu kızı birkaç besleme var, aylıklı iki Rum hizmetçi, o kadar. Yine bir sefer hazırlığı, beyefendi Ankara’ya vali olarak atanmış, yine Van’dan, Bitlis’ten iyi ama uzak. Yerlisi Türkçeyi berbat konuşurmuş, taşraya giden ve ömrünü taşrada geçirecek memurların er geç alışacağı mevzu, İstanbul’a kazık çakanlar için sorun yok. Anadolu’ya sabahları tren kalkıyor Haydarpaşa’dan, akşamleyin Eskişehir’e zor varıyor, parası olanlar Alman kadının işlettiği otele, diğerleri hamama yallah. Yataklı vagon yok, Direktör Hügnen daha iki asır bu ihtiyacın peydah olmayacağından emin. Eskişehir’de tren ikileşiyor, Afyon üzerinden Konya’ya, diğeri Ankara’ya, bir günlük yolculuk ikisi de. Kâfir Frenkler ne paralar kırıyor o trenlerden, beyefendi düşünüyor, Ankara’da yine vali vekili karşıcı. Taşhan’a varılırken ortalık sessiz, dükkânlar kapalı, millet evinde. Üçüncü dönemde yataklı, yemekli vagonlar var artık, Hügnen’i şaşkınlığa düşürür Karay’a göre, meğer ihtiyaç varmış! Ayazpaşa’dan –Ayaspaşa?- Ankara’ya gidilecek, düğün var, bir bay ve bir bayan yolcu. “Gün yitirmemek için gece ekspresini yeğleyen karı koca, trende yemeklerini yiyip biraz hoş beş ettikten sonra vagonlarına girip yataklarına uzanırlar. İkide bir, hiçten nedenlerle gide gele gürültü ve sarsıntıya alıştıklarından, deliksiz uyurlar ve sabahleyin gözlerini açtılar mı ne görsünler? Karşılarında bembeyaz, yemyeşil, yıkanmış ve gümüşlenmiş bir koca Ankara…” (s. 88)

Altmış yılda çok şeyler değişmiştir memlekette, Karay akıl sır erdiremez, “İki Teselli, İki Huzur”da ayrıntılarıyla bahseder: hamdolsun, bütün o korkular geçmiştir, çarpıntısız bir uykuya dalabilmiştir, eskiden yolları kapayan fırkacılık, komitecilik, hafiye, türlü bela varken tarihe karışmıştır artık bunlar, “nasılsa kurtulabildiğimiz” berbat zamanlar geride kalmıştır. Anılar pörtler, olur o kadar, saklanılan binalar, yakalanılan köşeler, kaçılan sokaklar, tevkif gecesi, şükür ki hiçbiri yoktur artık, keşke o devrin sıkıntısını çekmiş kim varsa görebilseydi! İkinci huzur giyim kuşamla ilgili, kadınların giyimiyle daha doğrusu. Eskiden bir çarşafın, bir rengin peşinde aklını yitirirmiş Karay, “sürt bire sürt” diyor, bir iskarpin parlayacak da, bir yüzün gölgesi düşecek de görecek. Artık öyle şeyler yok, on kişilik grupla sahillerde takılıyor Karay, ortam süper, muhabbet güzel. “Ne kadar tabii haldeyiz ve yeni vaziyetimizi nasıl da benimsemişiz. Hoşlanıyorum, gülümsüyorum ve o baskı, şiddet, cendere, yasak kargaşasında ömür tüketip de bu duruma dönüş devrine kavuşmadan peçeli kadın karşısında ve kafesli ev içinde öteki dünyaya göçmüş olanları hatırlıyor, talihsizliklerine acıyorum.” (s. 95)

Çocuklar neler yapıyordu, çocuk nasıl büyütülüyordu, ilk evrede halkalara takılan ipler var, salıncak kurup sallıyorlar çocukları çabuk uyusunlar diye. Kundak hayvan gibi sıkar bebekleri, bacaklar çarpık olmasın diye tıkılan bir yığın tülbent cabası. Haşhaş pek gözde, çocuklara kaynatılmış haşhaş içiriyorlar, köşe minderinde dede afyon yutuyor, herkes kafası güzel geziyor. Kundak, haşhaş, bir de korku hikâyeleri başladı mı dört koldan boku yemiştir çocuk, tavandaki delikten bakan cinden, gece vakti cadı karısından, merdiven altında kesik baştan sakınmasını söylerler. Valla gelip kıçını keserler çocuğun, büyüklerinin sözünden çıksın da görsün bir. Çocuk parkları olarak cami avluları, yıkıntılar, yiyecek olarak badem ezmesi, “Abdülâziz” denilen katı, lezzetsiz bir nesne, kuş lokumu, çocuk oyunlarından “piş ayağım piş”, “sicim alıp verme”, bilmem ne. İkinci dönemde ne oluyor, beşikle salıncak azalmış, ufak karyolalar çoğalmış, çarşaf gerip sallıyorlar çocuğu. Haşhaş kenar mahallelere göçmüş, kundak darlıktan kurtuluyor, çocuk arabaları görünmeye başlıyor. Gösteriş için başta, yollar aşırı bozuk olduğundan. Sütnine tutma modası başlamış, Besim Ömer Paşa gibi doktorlar çocuk hastalıklarına açtıkları savaşta muvaffak olmuşlar olabildiklerince, dadıları nineleri uyarıyorlar çocukların korkudan ödlerini patlatmasınlar diye. “Hamit dönemi çocuklarının çoğu, artık Sultanahmet alanındaki ‘Dikilitaş’ üzerinde gördükleri insan şekillerine bakarken onların analarına, babalarına karşı çıktıkları için böyle olduklarına inanmamaktadırlar. Bu, bir gelişmedir.” (s. 14) Yeni oyuncaklar gelmiş, “mama” diyen bebekler, bisikletler, “lantern majik” gösterileri, son yıllara doğru Galatasaray’da futbol oynamaya başlayan Müslüman çocuklarına Ali’nin kafasını yuvarladıklarını söylüyorlar da dinlemiyor çocuklar. Bisküvi yemeye başlıyorlar, pasta da çıkıyor piyasaya ama Aksaray yokuşundaki iki dükkânda sadece. Son durum: “Şimdi yeni yürüyen çocuklar, koşum ve tasma takılarak, kayışından yakalanıp gezmeye de çıkarılmaktadır. Görünüş iç açıcı değilse de, bu sistem, pratik olması yönünden belki yararlıdır. Kundak, kalkmış gibi… Dayak da öyle!” (s. 17) Yeni yüzyılın yeni çocuğundan cine ecinniye elbet inanmaması bekleniyor, beynini bombalamıyorlar bunlarla, bir iç dünya geliştirmesi için çalışıyorlar. Bu kadar keskin bir sınır yoktu tabii, hâlâ yok ama Karay öyle maddeci bir dünya tasavvuruna kapılmış gibi görünüyor birazcık.

Okul var, başta dayakçı hocalar, sonra kurumsallaşmaya başlayan okullar, ardından modern okullar, Atatürk resmi taşıyan çocuklar. Yemek sofrası ilginç konu. Kalınca bir sofra bezinin üzerine kocaman sini konur, servi ağacı resmi vardır üzerinde, sahibinin adı ve tarih vardır, yanına siyah meşinden bir tür deri yastık konur ki zor yanar bu, ev eşyalarının kırılıp dökülecek, yanacak cinsten olmamasına dikkat edilir çünkü. Ne kadar dikkat edilebilirse. Hoşaf kaşıkları deniz böceği kabuklarından yapılmışsa havalıymış, bir de çatal bilinmiyormuş o zamanlar, biliniyorsa da bağnazlık yüzünden kullanılmıyormuş. Sofra o dönem söyleşme yeri değil, eliyle yiyenler veya kaşıkla yiyenler, kim ne yiyorsa lap lap yutup hemen kalkıyormuş sofradan, ekmeği bitirmemek büyük ayıpmış. İkinci dönemde odalara geçiliyor artık, özel yemek odaları var, peçeteler kullanılıyor, kibar evleri alışıyor böyle adetlere de yaşlılar evde kimse olmayınca hizmetçilerine şöyle eski usul bir yemek hazırlamalarını söyleyip elle gömçürüyorlarmış. Edirne’nin tütsülü sığır dili, Felemenk peyniri aranırmış bir de, Edirne hatırlıyor mu acaba bu tütsülü sığır dilini. Son aşamadaki yemek alışkanlıklarını birazcık eleştiriyor Karay, merak edenin elinden öper. On numara beş yıldız metin, eski zamanların kaydı kuydu.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!