Tim Parks – Ben Buradan Okuyorum

Tarafımdan oluşturulmuş bu yorumun tüm hakları kitapyurdu.com’a aittir.

 

Her şeyi baştan düşünme zamanı geldi. Her şeyi. Yazmanın anlamını, bir okur için yazmanın anlamını — hangi okur kitlesi için? Yazmaktan ne bekliyorum? Para mı? Kariyer mi? Takdir mi? Toplumda bir yer mi? Yönetimde değişiklik mi? Dünya barışı mı? Yazmak bir hüner mi, terapi mi?” (s. 9) Tim Parks bir veya birkaç soru üzerinden meselelerini ortaya koyup edebiyatın geçirdiği değişimi bileşenler üzerinden inceliyor. Önsözde görünürlüğe ve akademiye değiniyor, sonraki bölümlerde genişleteceği düşünceleri için temel. Edebiyatla ilgili yayınların soruşturmalarını ele alalım, kitaplarla ilgili bazı sitelerde yazarlardan tavsiyeler isteniyor örneğin. Okur ne okusun? Camiada ünlüsünüz, kitaplarınız oradan veya buradan çıkıyor, sosyal mecralardaki takipçi sayınız etkileyici, kanaat önderliğine layıksınız. Ne okusunlar? Bu ay Kafkaokur öykü sayısı çıkardı, soruşturma kapsamında Türk edebiyatından ve dünya edebiyatından beşer öykücünün adını verdi insanlar, sonra oy çokluğuna göre iki gruptan yirmişer öykücü sıralandı. Her yerde karşılaşabileceğiniz bir liste çıktı ortaya, bir numarada Sait Faik, gerisini kanonun ünlü yazarlarını düşünerek sıralayabilirsiniz, sıralamada yerler değişir ama isimler değişmez. Dünya edebiyatı kısmı için de geçerli bu, belki Keret’in listede olmasından ötürü sevinilebilir ama o kadar. Memet Fuat’ın ilginç bir tespiti vardı, sıraladığı övgülerin arasında dağınıklığından ötürü Sait Faik’in günümüzde şansının pek olmayacağını söylemişti, gerçekten öyle mi? Sait Faik’e oy verenler hangi saiklerle verdiler oylarını, merak ettim. Yaşamın özünü taşıyan öyküler? Sait Faik’in etkilediği üstatlardan etkilenmek? Sait Faik’in kitaplarının görece ucuzluğu bu konuda ne kadar etkili örneğin, günümüzde Zweig’a gösterilen ilginin bir benzeri mi var yıllardır? Kanondan ayrı düşmeme kaygısı bu tür sorgulamalarda ne kadar etkili? Beğeni, kalite ölçütü? On yazarın adını verdim, kimi günümüzün öykücülüğüne farklı bir hava getiren, kimi adı mutlaka anılması gereken yazarlardı. Hiçbirinin adı yoktu listelerde, oysa Halikarnas Balıkçısı olmalıydı, daha pek çok yazar olmalıydı. Neye göre, bana göre, bu yüzden elim yerli yazarlara gitmiyor sanırım, yayınevine baktığım zaman aşağı yukarı neyle karşılaşacağımı biliyorum, referansları biliyorum, yani yazarların hangi atölyelerden çıktığını bir iki öykü okuyarak söyleyebileceğiz neredeyse. Parks’ın da değindiği bir durum, öğrencilerinin öykülerinin iki grupta toplanabilecek kadar aynılaştığını söylüyor bir makalede. Kısırlık. Ödüllerin anlamına değiniyor, Nobel jürisindekilerin iş yükü sağlıklı bir değerlendirmeyi imkansız kılıyorsa ödüller aslında neyi gösteriyor? Türkiye’deki ödüllerin durumunun içler acısı olması şaşırtıcı değil, sermayenin güçlenmesini sağlamaktan başka bir işe yaramıyor bu tür ödüller, Anglo-Amerikan kültürünün güdümü de başka bir mesele, Parks’ın konuştuğu genç bir yazar, metninin kolay çevrilebilmesi için yerellikten olabildiğince uzak durduğunu söylemiş mesela. Kolay çevrilebilir metinler yazmaya özen gösterdiklerini söyleyen yazarlar, şairler bizde de var, yine Memet Fuat eleştirmişti bir iki yerde. Küreselleşme tek tipleşmeye doğru götürüyor, hoş değil, Yücel Balku’nun metinleri tadında başka bir şey okuyamama düşüncesi korkutuyor beni. Akademiyi de eleştiriyor Parks, direkt alıntılayayım: “Bayatlamış jargonu ve edebiyat araştırmalarını kültür tarihi çalışmalarıyla karıştırma eğilimi yeterli zaten. Şu ya da bu eğitmenlik sözleşmesinin bahşedilmesi dışında herhangi bir amacı olmayan yüz binlerce akademik makalenin üretilmesi akıl alır gibi değil; ne çok çaba, ne az macera.” (s. 11) Geoff Dyer’ın “halka oluşturup dünyaya sırtlarını dönen, birbirlerini boşaltan otuzbirciler” dediği akademisyenlerin eleştiriye yönelmemesine inceden giydirse de Dyer kadar haşin değil, kendisi de akademisyen olduğundan belki. Parks’ın eleştirdiği sistemlere uyum sağladığını söyleyebiliriz, içeriden okuyor ve çarpıklıkları dile getiriyor. Yazarların mektuplarına saçılan onca paradan bahsettikten sonra tavan arasındaki kutuların arasında sayısız gümüşçünle çürüyen çalışmalarından bahsetmesi başka nasıl anlaşılabilir? İleride para kazanacak o belgelerden, terekesi değerli olacak. Maddi kaygıların edebiyatı nasıl etkileyebileceği üzerine düşünürken tehlikeli bir sonuca ışık tutuyor Parks, getirisi yüzünden yazdıklarımız değişebilir mi? Daha doğrusu şöyle, para veya ün kazanmak için edebi yönelimlerimizi bilinçli olarak değiştirip daha yavan, bayat şeyler yazmaya başlayabilir miyiz? Günümüzde pek çok yerli yazar bu yüzden eleştirilmiyor mu? Piyasanın edebiyatı, edebiyatın piyasayı belirlediğini Eagleton formülleştirerek anlatıyor, bir anlamda geleceğin sanatının yapısını açıklıyordu ama böylesi spesifik değişimlere, örneklere değinmiyordu, Parks kafa patlatılacak pek çok sorundan bahsediyor. Mail yazışmalarını satan bir yazar başka bir adres kullanmaya başlarsa ne olacak, bunu gizlice yaparsa? Bir gün basılacağı umuduyla iletişmek neleri götürecek iletişimden? Naipaul Taklitçiler‘de -kitabın adı da iyiymiş şimdi, düşününce- bu umutla yazışan iki arkadaştan bahseder, anlatının sonunda bu tür bir iletişimin yarattığı kopuklukları, faciayı görürüz, şablonlarla yazmaya başlayan yazarın kaybettiklerini, kendi kaybımızı nasıl görürüz? “Sıkıcı Yeni Küresel Roman” başlıklı ve diğer pek çok yazısında bu meseleyi ele alıyor Parks, Latincenin hükümranlığından kurtulan yerel dillerin yükselişinden sonra sürecin baştan yaşandığından bahsediyor. “Yaşadığım ülke olan İtalya’da bir yazarın ancak New York’ta basılınca başarıya ulaştığı düşünülüyor.” (s. 41) Bunun bir sınırı var mı? Gerçekten neden yazıyoruz? Kültürel ögeler, “dil virtüözlüğü” çeviri için engelse, başarı bir metnin İngilizceye çevrilmesinde aranıyorsa Hulki Aktunç’un başarısız olduğunu söylemek doğru mu? Bir şeyin açlığı her şeyi yabancılaştırıyor, korkunç. Parks, değişim programıyla gelen öğrencilerin dünya edebiyatını iyi bildiklerini söyledikten sonra ekliyor: “Bu okumalar ne kadar heyecanlı olsa da hiçbiri onlar için özellikle yararlı değil. Örneğin Pamuk güçlü bir mekân duygusu sunabilir, ama bu mekân duygusu giderek daha belirgin biçimde Türkiyelilerin kendilerinden çok Türkiye dışındakilere yönelik; genç İngiliz yazar yabancı bir kitleye İngiltere’den mi bahsedecek? (…) Günümüz Avrupası’nda içinde yaşadığımız toplumla ilgili giderek daha az şey okuyoruz. Kendilerine ait olduğunu hissedebilecekleri bir ses, yazdıklarını bir gereklilik ve yoğunluk duygusuyla doldurabilecek bir üslup bulmak için çabalayan genç yazarlara yardımcı olurken, edebiyat külliyatının ne olduğunu ya da vaktiyle ne olduğunu ve ne işe yaradığını hatırlıyorum.” (s. 86) Pamuk’u en son yedi yıl önce okudum sanırım, sonrasında kurmacalarını takip etmedim, kurgularında kendime dair bir şey bulamadığım için muhtemelen. Kurguyu ciddiyetle oynanan bir oyun olarak tanımlamıştı Sedat Demir, Pamuk aşırı ciddi olduğu için de takip etmek istemedim sanırım. Parks da Franzen için benzer şeyleri düşünüyor, bir kültürün sayım döküm işlemlerinin arasında hikâyeyi bulmakta zorlandığını söylüyor bir yerde, bulsa da her anlatı ögesi hesaplı kitaplı, kusursuzluğa ulaştıran bir formüle sadık kalınmış gibi, bu durumda olmuyor yani, okunmuyor, gitmiyor. Temayüle uyduğu ölçüde kendi kuşağımdan da pek umudum yok. Sütçü‘deki esas kız gibi 20. yüzyılın bu tarafından bir şey okumamak mı lazım, düşünüyorum. Tek tük istisnalara rastlamak onca zahmete değmiyor.

Parks birkaç bölüme dağıttığı yazılarında pek çok konuyu irdeliyor, birkaçına değinip bitireyim. İlkinde öykülere ihtiyaç duyup duymadığımızı sorguluyor. Bir Budist için meditasyon, Pascal için odada tek başına oturabilmek yeterli, o halde öyküler bir tür yoğunlaşamama ödünü olarak ortaya çıkıyor belki, okuyup bir nevi telafi, teselli duygusunu yakalamaya çalışıyoruz. Parks ilginç ve karmaşık romanlara bayıldığını ama onları ihtiyacı olmadığını söyleyerek noktayı koyuyor. Kitapları neden bitirmemiz gerektiğine dair başka bir yazıda bir anlatının son erdiği noktanın yazar tarafından da belirlenebileceği söyleniyor. King’in bu konuyla ilgili bir girişimi vardı, hangi metni olduğunu hatırlamıyorum ama bir noktada anlatıyı keserek okurun ilk sondan memnun olması durumunda devamını okumak, ikinci sona ulaşmak istemeyebileceğini işaret etmesi hoştu. Kısacası bir anlatı, bittiğini hissettiğimiz noktada biter, geri kalanını okumak zorunda değiliz, eğer metnin ve yazarın niyetini görmezden gelecek kadar keyfimize düşkünsek tabii. Ben tamamını okuyorum açıkçası, hiçbir iyi metin için de farklı bir son kurgulamadım sanırım, bu bağlamda. Pennac’ın on maddelik okur hakları listesi her daim geçerli elbet.

Çok zengin, muazzam bir metin, değindiği konuların onda birine değinmedim yukarıda. Bu kitabı okumak çok keyifli. Bizde Cem Akaş’ın Zibaldone 2 nam metni benzer bir keyif sunuyor, meraklısı bakabilir. Bu ay “Metis Eleştiri” serisinde %40 indirim var bu arada, Metis’in kendi sitesinden alabilirsiniz kitapları. Kaçmaz.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!