1990’daki Tanner Konferansları’nın konusunu Eco belirler: “Yorum ve Aşırı Yorum”. Yorumun sınırlarını belirlemeye çalışır Eco, esas savlarını ilk üç bölümde sıralar. İlk bölümde yorumun tarihsel gelişimini ele alır, modern yorumlamanın hermetik geleneğe nasıl bağlandığını irdeler, kendi yorum kuramını temellendirdikten sonra. Metinlerin haklarıyla okurun hakları arasındaki dengeyi gözetir Eco, diyalekti oturtur, son yirmi otuz yıldır yorumcuların haklarının aşırı öne çıkarıldığını söyler. Yazarın niyetini “bulmak” bir yorum biçimidir, yorumcunun metni kendi amacına hizmet eder hale getirmesi de öyledir, bunlardan başka bir de “metnin niyeti” vardır ki Eco’nun arkasında durduğu fikir budur. Bir metnin parça-bütün ilişkisi aşırı yorumlamayı taca atacak anlam kesinliğini sağlayabilir örneğin, mevzu Popper’la Kuhn’un paradigma tartışmasına kadar vardığında okur cemaatlerinin yorumlama üzerindeki etkisini görürüz, “açık metin” o kadar açıktır ki cemaatin yargılarına uydurulamayacak yorumlar ortaya çıkabilir, bütünün paramparça hali bir kriz durumuysa parçaları birleştirecek bir teori, kuram, zamazingo devrim demektir ve devrimlerde dans edilir, Eco dans etmeye meyillidir, dans etmeye meyilli olmasını değil de geri kalanını anlatır. Antik Yunan’da rasyonelle irrasyonelin nasıl ayrıştığını, nedensellik zincirinin doğuşuyla gelişimini inceler. Mesela A’nın B olduğu durumda C de B ise A ile E arasında koca bir D vardır ve hepsi birbirine eşitse hepsi birbirine eşittir, evet, bunun yanında kusursuz, mutlak dünya görüşü yorumlamanın ortaya çıkmasıyla sekteye uğrayınca A artık her harftir, İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılma gerekçesi orada muhafaza edilen her metnin Kuran‘la aynı şeyi söylemesidir. Mevzuyla ilgili değil ama Fernando Báez, Kitap Kıyımının Evrensel Tarihi‘nde kütüphaneyi halifenin yakmadığına dair kuvvetli kanıtlar sunuyor, göz atılabilir. Neyse, Yunan rasyonalizmi kutsal metinlerin açımlanmasıyla birlikte, en azından bu hususta işlemez. “Birbirleriyle çelişseler bile, birçok şeyin aynı anda doğru olması mümkündür. Ancak birbirleriyle çeliştiklerinde bile kitaplar hakikati söylüyorlarsa, o zaman kitaplardaki her söz bir anıştırma, bir alegori olmalıdır; söylüyor göründükleri şeyden başka bir şey söylemektedirler. Kitaplardan her biri, kitaplardan hiçbirinin tek başına açığa çıkaramayacağı bir ileti içermektedir.” (s. 39) Hakikat orada bir yerde gizlidir, hakikat gizdir, gizi ortaya çıkarmanın sayısız yolu vardır, sayısız yorum gizi daha da derinleştirebilir ama Galeano’nun dediği gibi ütopyaya ulaşılamazsa da insan sabit kalmayacak, olmayana biraz daha erecektir. Hermetik bilgi aranmadan bulunamaz ama bulanlar arayanlar değildir falan, bir şeyin ne olduğu sorulduğundan bilinmez de sorulmazsa bilinir, böyle şeyler. Kabalacılar, Yeni Platoncular hermetik düşünceyi yaşatmış, nihayet Heidegger’den Jung’a dek yakın tarihteki önemli düşünürlere ulaşan yorumlama geleneği hermetik semiosis ile birlikte her şeyin her şeye benzerliğini temellendirmiştir. Eco bu noktada “paranoyak yorum” ile “sağlıklı yorum” arasındaki farkları belirlemeye başlar çünkü her şey her şeye belli bağlamlarda benzer ve benzemez, “iktisat ölçütü” bağlamın çizgilerinden taşan yorumu dehler. “Poppergil ilke”ye yakın olduğunu belirtiyor Eco, yanlışlanabilirlik bazı önermeleri çürütebilir. Sınama işlemine “metinsel iktisat” diyor ve Dante’nin önemli bir yorumunu ele alarak görüşlerinin sağlamasını yapıyor. Birkaç örnek daha var, metinle daha tutarlı, var olmayan bir ögeye dair çıkarımlar taşımayan yorumların daha doğru olduğunu söylüyor Eco, üçüncü bölümde de kendi metinlerinden yola çıkarak aşırı yoruma dair somut verileri sıralıyor. İki gün önce yaşadığım bir şeyi anlatıp bu bahsi geçeceğim, Kartal’daki fuarda Altay Öktem’i görünce sevindim çünkü Altay Abi’yi pek severim ben, şiirlerini ve romanlarını beğenirim, sohbeti şahanedir falan. Kitaplarını imzalarken Filler Çapraz Gider duruyordu önünde, yorumumu hatırlayıp sınadım. Romanda Kerim ve Leyla var, birçok Kerim ve Leman, farklı kişiler, adları aynı. Saymadım kaç tane, sekiz olsaydı savım kuvvetlenecekti. Neyse, beyaz karedeki fil ve siyah karedeki fil kural gereği çakışmaz, malum, birbirlerini sıyırıp geçerler. Hikâyedeki karakterler de ıskalıyorlar birbirlerini, belli bir doğrultuda gidebiliyorlar ve yoldan çıkamıyorlar. Sordum, romanın yapısının buradan geldiğini düşünmüştüm, belki Oulipo işi bir oyunun sonuydu metin. Altay Abi’nin cevabı: “Hiç böyle düşünmemiştim ama çok mantıklı bir yorum, bana uyar.” Şimdi Altay Abi’ye uyuyor, bana da uyuyor da metnin niyetine hiç uymuyor, metnin iktisadı bu yorumu hiçbir şekilde barındırmıyor, yorumu doğrudan veya dolaylı biçimde anıştıran öge yok, bu sadece bir analoji. Eco’nun karşı çıktığı tam olarak bu, kendisine karşı çıkan düşünürlere karşı çıktığı nokta da bu, metin birçok anlamı taşıyabilir ama her anlam doğru değildir, en azından metnin niyetinde yoktur. “Bir metnin nasıl işlediğine karar vermek, metnin çeşitli yönlerinden hangisinin onun tutarlı bir yorumu için ilintili ya da ilişkili olduğuna ya da olabileceğine, hangilerinin marjinal kaldığına ve tutarlı bir okumayı desteklemediğine karar vermek demektir. Titanik bir aysberge çarpmış ve Freud, Berggasse’de yaşamıştır ancak bu tür bir sözde etimolojik analoji Titanik olayının psikanalitik bir açıklamasını haklı çıkaramaz.” (s. 157) Yorumlamada her şeyin geçerli olduğu doğru değil. Her yorumun yeni bir bakışı ortaya çıkardığı doğru. Bu sayısız bakışın metinle illa alakalı olduğuna dair görüş doğru değil.
Hızlanayım, itirazlara geliyorum. “Pragmatistin Yolculuğu” adlı dördüncü bölümde Richard Rorty’yi dinliyoruz, “metinsel mekanizmalar”ın doğru bir yorum için mutlaka çözülmesi, anlaşılması gerekmediğini söylüyor. Verdiği örneklere Eco’nun “restine rest” şeklindeki cevapları çok hoş, kısaca bahsetmek gerekirse makul bir yorum için edebiyatla ilgili dinamiklerin bilinmesinin şart olmadığını söylüyor Rorty, metnin tutarlılığının betimlemeye bağlı olduğunu belirtiyor. Okur, anlamı kurduğu gibi yorumu da ortaya çıkarıyor, belli bir yöntemi olmaz bu işin. Yöntemsel olmayan eleştiri, okurun saf alımlayışı iyidir. Sonraki bölümde Jonathan Culler bazı açılardan ve Rorty’ye hem Eco’ya karşı çıkar, “aşırı yorum” denen şeyin aslında “eksik yorum” olduğunu söyler. Metnin söylemediği şeyler hakkında da sorular sorulabilir ve yorumlar yapılabilir, buna ket vurulmamalı. Rorty’nin dinamiklerle ilgili söylediği de su götürür zira bir disiplin olarak edebiyat incelemesi tam da bu dinamikleri sistematik olarak anlama girişimidir, dolayısıyla metne belli soruları sormaktan vazgeçmek yerine akla gelen her soru -ne kadar saçma olsa da- sorulmalıdır. Yanlışlanabilen yorumlar budandıktan sonra kalan yorumlar geçerlilik kazanacaktır böylece. Tabii bu bölümlerde sadece yorumlama biçimleri ele alınmıyor, Culler bu “sormama” tercihi üzerinden Stanley Fish gibi pragmatistleri de ele alarak akademideki katılığı eleştiriyor. Kanondaki metinlerin incelenmesi akademik çalışmalar için garanti bir yol, bunun yanında yorumlamanın belli kanonik biçimleri ilgi gördüğü ve “kontrol altında tutulduğu” için daha serbest, yenilikçi görüşlere yer vermiyor akademisyenler, yorumlamaya sınır getirmek isteyenlerin tahakkümünü kırmaya çalışmalarına rağmen bir sonraki neslin önünü kesiyorlar, ironik.
Özetlemek gerekirse her metin kendi “Örnek Okur”unu bulmaya çalışır, diğer okurları törpüler. Yazarla metin arasındaki ilişkiye göre okurun yazara yaklaştığı veya yazardan uzaklaştığı söylenebilir, önemli olan metnin kendi tutarlılığıyla, içeriğiyle ortaya çıkan anlamıdır. 33 yaşındaki bir karakterin eylemleri İsa’nınkileri andırabilir, karakterin ölümüyle birlikte İsa’yı biraz daha anarız, bütün benzerlik bundan ibaret olabilir veya metnin İsa’yla görünür bir bağlantısı olmayabilir, olabilir de, elekten geçmiş okur ortaya çıkaracaktır bunu.
Benim anladığım aşağı yukarı bu, bir dünya not almıştım da kaldı çoğu. Metnin örnek okuru olmuşsam süper.
Cevap yaz