“Edebiyat ve Sağduyu” alt başlıklı bu metin teorinin pata küte dağıtıp yola koyduğu kavramları sağduyuyla sınamak, edebiyata dair yerleşik fikirleri teoriyle sarsmak, varılan sentezin -varılabilmişse- verdiği tatmin veya tatminsizlik üzerine. Zor bir okuma bekliyor ilgiliyi, metnin çağlar boyunca nasıl değerlendirildiğini Platon’a kadar dönerek gösteriyor Compagnon, ilk teorileştirme uğraşlarını inceledikten sonra yakın tarihe getiriyor mevzuyu, son noktada meselenin aldığı hali özetleyip bitiriyor. Fransızların “günü geçmiş bir üstünlük duygusu”na kapılarak dilbilimi, dil felsefesini ve yorumbilgisini yakın zamana kadar pek umursamadığını söylüyor önce, Yeni Eleştiri yaygınlaşmasıyla Milli Eğitim’in biraz bu ekole kaysa da pek bir değişim geçirmediğini belirtiyor, gerisi cinlik. “Ne zaman ki edebiyatla ilgili sıradan söylemin öncülleri kendiliğinden doğru görünmez, sorgulanırlar, birer tarihsel inşa, uzlaşım olarak ifşa edilirler, işte o zaman teori vardır.” (s. 16) Teoriye çağrı genelgeçerliğe ilişen fikirlerin sarsılması demek, akademi bu yüzden teoriyi hemen yönteme dönüştürerek ehlileştirmeye çalışıyor ama edebiyatın ögeleriyle teori arasında her zaman çatışacak en az bir gerekçe var, teori dizginlenemiyor. Dizginleyici değil aynı zamanda, Platon ve Aristoteles aşırı kural koyucu ve formüle edici olsa da günümüzün teorileri ilkece kural koyucu değil Compagnon’a göre. “Edebiyat teorisi edebiyatın, edebiyat incelemesinin polisi değil, bir bakıma bunların epistemolojisidir.” (s. 18) Edebiyat eleştirisi ve tarihiyle karşıtlık içindedir, eleştirir, “eleştirinin eleştirisi”dir. Neye edebiyat dendiğini, değer ölçütlerinin neliğini sorgular, metinlere tarihsel belge muamelesi yapanlara karşı çıkar mesela, niyetleri, kaynakları dürter, her soruya farklı cevaplar verilebileceğini hatırlatır. Bilmem doğru mu benzetiyorum ama Stoacılığın karşısında konumlanmış Septisizm gibi. Bu noktada yazınsal kuramla teori arasındaki farkı da verir yazar, kuram daha muhaliftir ve kendini ideolojinin eleştirisi olarak sunar, Marksizmin damgasını taşıyan biçimcilerle özdeşleşmiştir, Paul de Man’ın dediği gibi metinlerle alakalı tarihsel ve estetik tartışmaların konusu anlam veya değer değil de anlam veya değerin üretimi olduğu zaman ortaya çıkar. “Edebiyat teorisinden genel mefhumlar, ilkeler, ölçütler üstüne düşünme çabasını; yazınsal kuramdan ise edebiyattaki sağduyunun eleştirisini ve biçimciliğe başvuruyu alıyorum.” (s. 24) Compagnon teoriyle sağduyuyu çakıştıracak yedi madde üzerinden başlatıyor meydan muharebesini: edebiyat, yazar, dünya, okur, üslup, tarih ve değer. Her bir soru için olanaklı cevapların çeşitliliği, tarihte verilmiş cevaplardan ziyade bugün verilebilecek cevaplar, göreceliğin boyutları Compagnon’un esas uğraş alanları. Ben ilk iki muharebeyi aklımın yettiğince anlatmaya çalışacağım, özet sayılabilecek bir peşrev ve şöyle bir derleyip toparlayıcı finaller var ama her bölüm çatışmanın basamak basamak ilerleyişinin ayrıntılarıyla dolu, not çıkarmaktan kafa kalmadı bir noktadan sonra.
“Edebiyat”: Ortak bir karşılığı var, aşağı yukarı bir tanım sunabiliriz ama yüzey kaygan, neyin edebiyat olup neyin olmadığı tartışılır. Aristoteles daha o zamanlarda Sokrates’in diyalogları ile manzum ve mensur metinleri birlikte adlandıracak türsel bir terim olmadığını gözlemlemiş, “edebiyat” belli zamanlarda, belli ticari ve pratik sınıflandırmalarla edebiyat, adının konması bile muammayı çözememiş. Kaplamına, içeriğine göre bir ayırma mümkün, bağlamsal ve metinsel (dilsel) bakışın çelişmesiyle ortaya çıkan görüşler zaten var, Genette’e göre uzlaşımların güvenceye aldığı bir “kurucu rejim” ve değerlendirmeye dayalı bir “koşullu rejim” olmak üzere iki alanda incelenebilir, ikincisine örnek olarak Daniel Defoe’nun biyografiden kurmacaya kaydırılan metinlerini verebiliriz. “Eski edebiyattan kopmuş ya da onun içinden çıkarılmış olan Batı edebiyatı, modern kabule göre 19. yüzyılda, Aristoteles’ten beri korunan geleneksel şiirsel türler sisteminin parçalanmasıyla ortaya çıkmıştır.” (s. 30) Malum yüzyılda öyküleme ve drama nazmı terk edip nesre kaydıkça şiire lirizm kalır, Aristoteles’in dışladığı tür. Epik, dramatik, lirik = roman, tiyatro ve şiir. Bu modern anlamlar romantizme yaslanır, beğeninin tarihsel ve coğrafi olarak göreli olduğunun olumlanmasıdır bir anlamda, klasik öğretinin evrensel ve ebedi değerleriyle ilgisizdir. De ulusal birlik isteği bu biricik ve evrensel olarak görülen kanonun görelilik ölçütünü budar, uçucu olmayan değer sistemi ideolojinin sopasıdır, kapsayıcılık ve dışlayıcılık işlevini yürütür. Roman kapitalizmin uçuşa geçmesiyle yükselmeye başlar mesela, burjuva bireyle ilgili meselelerin yüzlerce yıldır bitmemesini bu açıdan düşünebiliriz. Buradan edebiyatın ne işe yaradığına gelelim, ayırt edici özelliğine: Aristoteles ve Horatius şiir sanatının kaynağına haz vererek öğretmeyi koymuş, öğretilen doxa (kanaat), insan davranışını ve toplumsal hayatı anlamayı ve düzenlemeyi sağlayan düsturlar, özlü sözler. Romantizm bunu bireysel ve tekil bir deneyim olarak sunuyor, sonuçta kitapların doğruluğuyla bireyin kanaati diyalektik bir yolun sonunda okuru özgür bir insan olarak ortaya çıkarıyor ama matbaanın özelleşmesiyle birlikte “burjuva birey”e dönüştüğü için Marksizmin tepkisini çekecek. “Edebiyat ile ideoloji arasında bağ kuran Marksizmin yakındığı bir şeydi bu özellikle. Edebiyat toplumsal bir mutabakat üretmeye yarar; halkın afyonu olarak dine önce eşlik eder, sonra onun yerini alır.” (s. 34) Egemen ideolojiye katkısının yanında yıkıcılığı da var elbette, Baudelaire gibi sanatçılar edebiyatı balyoz gibi indirip mutabakatı paramparça ederler, yeniyi ve ihtilafı somutlaştırırlar. Biçimin, kuramın mevzuyla ilgili işlevi nedir, şudur: mimesis (insan eylemlerinin taklidi/temsili) ve muthos (masal/hikâye) vardır, bu ikisinin tokuşmasından “doğruya-benzer yalan” çıkar Aragon’un söylediği gibi, Aristoteles’se “ben”i ortaya çıkaran değil de öyküleyici (epik) metni tutarak tarafını belli eder, böylece sıradan dilin içinde çözülmeyecektir şiir, sanat eseri olacaktır. Klasik poetika için edebiyat, içeriğin biçimidir, kurmacadır, tabii lirik şiir yükselmeye başlayınca bu tanım geriler ama zamanla ortaya çıkan yeni fikirlerin kapsamında tekrar değerlendirilecektir. “Yazılın dilin estetik kullanımı” görüşünden devam, vurgu “kavranan güzel”dedir 18. yüzyılın ortalarından itibaren, 19. yüzyılla birlikte zirveye ulaşır, Proust’un görüşleriyle kristalleşir: gerçek hayat, aydınlatılan hayat edebiyattır, güzel bir üslubun zorunlu halkaları bu dünyadan kaçmayı, saf halde biraz zamanı kavramayı sağlar. Edebi dilin sıradan dilden ayrışmasıdır bu, sıradan olan düzanlamsa edebi dil yananlamdır, yani muğlaktır, dışavurumsaldır, kendi kendine gönderme yapar, kendinden fazlasını imler, sistematiktir, sıradan dilin göndergesel ve pragmatikliğinden apayrıdır, imgesel ve estetiktir. “Edebiyat dil denen mecranın özelliklerini pratik bir amaç olmaksızın kullanır. Biçimci edebiyat tanımı işte bu şekilde açıklanır.” (s. 37) Rus biçimcileri dilin edebi kullanımını kerteriz bildiler, yabancılaştırma alışılmışın otomatik biçimlerini bozmak olduğuna göre dilin kullanımı yazınsal kuramın temelini oluşturdu, edebiyat incelemesini özerkleştirdi onlara göre. Edebiliğin kıstasları ortaya çıkar böylece, Roman Jakobson edebiliğin “var veya yok” değil, “az veya çok” meselesi olduğunu söyler ama bu görüş de özellikle Hemingway’in metinlerini düşününce kuşku uyandırmaya başlar. Genette bu tür bir edebiliğin sınırlarını daraltır, edebiyatın küçük bir kısmını kapsadığını, çoğulcu bir olgu için çoğulcu bir teoriye gerek duyulduğunu belirtir. Compagnon’a göreyse heterojen, değişken bir gerçeklik olan edebiyatın özü yok, belirlenmeye çalışılanın aksine. “Buradan çıkaracağımız ders şu oluyor: Edebiyat, kaçınılmaz olarak, iddianın kendisinin kanıt olarak sunulduğu bir önermedir. Edebiyat edebiyattır; otoritelerin (öğretmenler, yayıncılar) edebiyata dahil ettikleri şeydir. Sınırları bazen yavaş yavaş, usul usul değişir ama kaplamından içlemine, kanondan öze geçmek imkânsızdır. Ancak hiç ilerleme kaydetmediğimizi de düşünmeyelim, çünkü -Montaigne’in hatırlattığı üzere- kovalamanın zevki avı yakalamakta değildir, ve gördüğümüz gibi, okurun modeli avcıdır.” (s. 43) Av muhabbeti Carlo Ginzburg’dan: geçmişin izlerini “avcı” çözer, geleceğin göstergeleri “kâhin”in elinden öper.
İlk iki dedim, ilkinde pilim bitti. Teori ve sağduyuyla sınanan edebiyatın eğilip bükülme biçimleri şahane, buna kafa yoran okur kaçırmasın.
Cevap yaz