Antoine Volodine – Melekler Gezegeni

Okuduğum en ilginç metinlerden biri Türkçeden geçip gitmiş, kimse farkına varmamış. Tipik. Goodreads’ten çarpayım, Platonov’a benzetilmiş Volodine, bence bu romanıyla Platonov’un Can‘ı arasında sağlam paralellikler kurulabilir. İki hikâye de aynı coğrafyada geçiyor diyeceğim, benzer bir düşsellik uzamı beziyor da derim, ne dersem diyeyim eksik kalır. Volodine’in yazar olarak niyetini anlattığı bir girizgâh var, metni anlatmayı pek beceremeyeceğim için olduğu gibi alıyorum: “Ben, tam anlamıyla postegzotik metinlere anlatı diyorum; bir durumu, heyecanları, hafıza ile gerçek arasında, hayal ile anı arasında gidip gelen bir çatışmayı ortaya koyan romansı kısa metinleri anlatı olarak adlandırıyorum. Bu, eylem yorumcuları için olduğu kadar okurlar için de her türlü rüyayı olanaklı kılan şiirsel bir diziliştir. Bu kitapta bu nesir anlardan kırk dokuz tanesini bulacaksınız. Her birinde, hafif hile yapılmış bir fotoğrafta olduğu gibi, bir meleğin bıraktığı izi algılayabileceksiniz. Meleklerin burada bin anlamı yok ve kimsenin yardımına koşmuyorlar. Burada anlatı diye, benim göçebe serserilerimin, en sevdiğim hayvanlarımın ve birkaç ölümsüz yaşlı kadının aylak aylak dolaşırken takılıp kaldığı düzenli kırk dokuz izlenimi adlandırıyorum. Bu ölümsüzlerin içinde, en azından birisi benim büyükannemdi. Çünkü aynı zamanda, hatırladıklarımın ve sevdiklerimin de her ne pahasına olursa olsun var olmayı sürdürdükleri küçük topraklar da söz konusu. Anlatı diye, müziğin başlıca varoluş nedeni olan ve aynı zamanda sevdiklerimin hiçliğe doğru ilerlemelerine başlamadan önce bir an dinlenebilecekleri kısa müzikal oyunları adlandırıyorum.” (s. 7) Düş merceğinden görülen dünyanın kırk dokuz anlatıcıya ihtiyacı vardır, bu anlatıcıların her biri kim olduklarını, “ben” derken kimi kastettiklerini belirtmek zorunda hissederler, aksi halde kesişen yollar karakterleri, karakterlerin ağzından dökülmüşçesine kurulmuş anlatılar, ne denir, “sahipsiz” kalacak. Gözlemci ancak anlatı bir gözlemciye ihtiyaç duyduğu zaman ortaya çıkacaktır ki hiç çıkmaz, kahramanlar kendilerine bir kimlik biçildiği için varlar. Aslında uzamın belirsizliği korunabilirdi, salt anlatı, işte, Lispector metni misal, belirsizliğe gömülmüş bir alanın, zamanın üzerine inşa edilebilirdi yapı, Volodine eli artırarak gerçeküstü bir distopya -değil, bir dünya tasviri çizmiş. Karakterlerin ayakları yere basıyor ama yerçekiminden başka ne tanıdıktır bize, belki pazarda satılan sebzeler, psikoterapistler, keşif gezisine çıkanlar, ne bileyim, temel ihtiyaçlarını karşılayanlar aşinalık yaratır tabii, ötesi külli tuhaf ve tekinsizdir. Bu ikisinin hışmına uğrayan kaç metin var, belki Yapraklar Evi‘ni anmalı ama o bile makul gelir okura, yani evin boyutlarının mantıksızlığı tamam da Volodine’in dünyasında karanlık noktalar vardır bir kere, Orta Asya’nın cehenneminde bir komün müdür o, komündür çünkü kapitalizm yıkılmış ve komünal bir düzen sağlanmıştır ama sınırları nedir, dünyanın geri kalanına dair bilgi ne zaman ve nasıl unutulmuştur, daha da önemlisi neler olmaktadır yahu? Fred Zenfl’in sonu olmayan, edebi şekli oynak öykülerinden parçalar mı okuyoruz nedir, Sophie Gironde’un gemilerde doğurttuğu ayıların sayısı nasıl o kadar hızlı artar ve Gironde anlatıcının varlığına neden inanmaz ve İsmail Davkes hangi cehennemdedir? Tarihçilerin en son çalışmalarında doğruladıklarına inanılırsa Davkesler bir cumartesi günü, 25 mayıs cumartesi günü, sabah saatin on birine doğru keşfedilmiştir, Baltasar Bravo’nun komutasındaki keşif grubu sağ olsun. Efsanelere karışmış Davkesler nice fırtınanın ötesinde bir umutsuzluktur uzun süreden beri, sefer başarısızlığa mahkum gibi görünmektedir. Birçok insan iskorbütten ölür, kalanlar açlık yüzünden birbirine saldırır, otuz iki adamdan geriye on ikisi hayatta kalmıştır. Belirli bir yol belirlemeden yürümeye başlarlar, biri yol üzerindeki tarlalardan yedikleriyle zehirlenir, iki bacağını kıran bir diğerini vururlar, Baltasar’ın yardımcısı iz bırakmadan kaybolur ve sonradan Davkes ailesine giden yolun bulunduğunu duyunca kendini asar. “25 mayıs günü, öğle vaktinden yaklaşık bir saat önce, İsmail Davkes evinin karşısından, sadece üzerlerindeki paçavraların insan türüyle bir ilişkilerinin olduğunu kanıtladığı, tanımlanması mümkün olmayan sekiz siluetin yaklaşmakta olduğunu gördü.” (s. 19) İnsana dair pek az şey mevcuttur grupta, konuştukları zaman Bravo’nun “dil bakımından büyük ölçüde gerilediğini” düşünür Davkes. Bravo uzun yolculukları boyunca yanlarında saygıyla taşıdıkları hediyeleri koyar ortaya: fanilalar, kullanmayı kimsenin bilmediği bir sekstan, incik boncuk. İsmail’in kardeşi Faid gelir, av tüfeğini kullanmaya hazırdır ama yardıma ihtiyacının olmadığını söyler İsmail, hediyelere karşılık olarak garaja gidip bir bisiklet lastiği alır, Bravo’nun önüne koyar. O lastik Davkes ailesinin varlığının tek kanıtı olarak buluşlar müzesinde yer alabilecek kadar önemli bir parçadır. Al ver bitince iki taraf da beş dakika boyunca bakışır, söyleyecek söz yoktur, ayrılırlar. Kırk dokuz parçadan sadece biri bu, sıralanan olaylar dışında başka bir malumat yok, ne mekanı ne karakterleri biliyoruz. Tekinsizlik, olmaması gereken olayların ve var olmaması gereken karakterlerin çakışması. Nasıl bir kopuşsa insan ötesi varlıklar olarak görülmeleri insanların, bilinen evrenin dışından bir mesajmış gibi belirmeleri. Bitmek bilmeyen stepin ötesinde düşman da yok artık, herhangi bir şeyin birikimi o hiçlikte mümkün değil. Söylencelerden örülü dış. İç sanki çok farklı.

Scheidmann vakasını çözmek için anlatılardaki parçaları birleştirmek gerekiyor. Halk mahkemesinde torununu mahkum etmesi bir yana, üç yüz küsur yaşındaki arkadaşlarıyla birlikte huzurevinde bir dünya kumaş parçasını yığarak, yığıntıya kendilerini de atarak “doğurdukları” Will akla sığmaz. Kapitalizmi yeniden düzenleme teşebbüsünden ötürü yargılanan adamın kurtulacağı yoktur, kendi savunusunu iyi kurar ama nineler meclisi kalemi kırmıştır bir kez. Eh, burada araya bir başka yaşam formunu yerleştirmek lazım: Krili Gompo’yu. Bu değişiğin tuhaf işini yerine getirmenin ötesindeki işlevini kurcalamazsak ilginç bir durum ortaya çıkıyor, Gompo’ya verilen on beş saniyelik veya bir dakikalık gözlem sürelerinde dünyayı olduğu gibi, berrak bir şekilde görebiliyoruz, düş merceği kapalı. Sadece tuhaflık veya tekinsizlik değil, bazı parçalarda kurmaca taklaları da söz konusu. “Marina Kubalgay”ın bölümü. “Burada Nikolay Koçkurov, namı diğer Artiyom Vessiyoliy yatıyor” diyerek başladığı anlatısını sıralı cümlelerle sürdürür Marina Kubalgay, susana kadar yüz kez “yatıyor” der belki. Koçkurov’u öldüren hödükler, Komsomollar marşını çalan akordeon, kan birikintisi, gökyüzü hayali, içgüdüsel kahramanlık, gerçek ve gerçeküstü her şey orada yatmaktadır, Laetitia Scheidmann öyle buyurur, Kubalgay susunca gözlerini batan güneşe diker, bir süre sonra kafasının içini göstererek yeniden konuşmaya, yatanları sıralamaya başlar. “Raşel Karisimi”yle işkenceyi bitireceğim, kabaca çizilen bir haritayla. Çayır Sokağı kerteriz, en batıdaki mahallede insanların köpeklerle birlikte yaşadığı ve onları yediği mahzenler var, kuzeydoğuda hırsızlar insanları bir çekiç ya da zehirli okla öldürme yöntemlerinin öğrenildiği bir evi kontrol altında tutuyorlar, bilinmeyen alanlar yavaş yavaş açılıyor böylece. Zıt kutupların komşuluğu: “Gölün doğu kıyısında ölü sincapları dirilten ve susamurlarını yeniden doğurtan merhemler hazırlamakla tanınan bir şamanın yaşadığı mahalleye girmeden önce, bitki örtüsüz, yıkıntılarla dolu bir bölgeyi geçmek gerekir. Bu şaman onlara yeniden hayat verdikten sonra onları yer. Güney yamacında, atom kalbi üç yüz altmış iki yıldır yanan bir fabrikadan geriye kalanlar vardır.” (s. 118) Sanıyorum Feyerabend bunu beğenirdi.

Sözüm yok başka, kafa bırakmadı Volodine.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!