İnşa edilecek barajlar, demiryolları, işletilecek madenler var, Doğu tamamen ele geçirilmişken kıtanın orta kısımları -Batı diyorlar, Doğu’ya göre Batı henüz- öncüleri çağırıyor, şansını oralarda denemek isteyenler bilinmeyene doğru yola çıkıyorlar. Posta teşkilatının kurulması için ulaşım ve güvenliğe yatırım yapanlar hem medeniyeti götürdüler hem de zengin oldular, bilgi ağı oluşturulmadan hiçbir şey birikmedi oralarda. Kan, kâr, ölüm, yaşam. Deadwood iyi bir dizi, Stegner’ın anlattığı dünyayı anlamak için lüzumlu altlık. Arazi anlaşmazlıkları yüzünden birilerinin kafası gözü kırılabilir ve suçlular adaleti satın aldıkları için yargılanmazlar, basit gerekçelerle birileri iki dakika içinde asılabilir, Kızılderililer anlatıda yer almıyor ama mekanı basarlarsa tehlike, doğru düzgün yol olmadığı için arabalar uçurumdan aşağı yuvarlanır, ıssızlığın ortasında kadınlar bir başlarına doğum yaparlar veya alkolik kadınlara güvenmek zorundadırlar, aşk orada hemen ölür çünkü darının bile biterken mırın kırın edeceği kuraklık bütün incelikleri öldürür, Batı’dan gelenlerin hassas ruhlarını biraz daha geç öldürür ama göreceğimiz gibi önünde sonunda görecektir işini. On küsur yıl, aslında iyi bile dayanmışlar. Ward’lar Batı’dan Doğu’ya göçenlerin benzersiz bir örneği değil, yine de anlatmaya değer bir hikâyeleri var. Umudu nasıl taşıyabildikleri anlaşılabilir, en azından nihai kopuşa kadar: Oliver önce madenlerden, sonra sudan medet umarken ailesine yaşanası bir ev yapmıştır mutlaka, nereye giderlerse gitsinler başlarında kendi çatılarını bulmuşlardır, başkalarının evinde kalmışlıkları hemen hiç yoktur. Güller, kayınlar, Oliver elinden geleni yapar, Doğu’dan “koparıp” getirdiği Susan’a elinden gelenin en iyisini vermeye hiç erinmez. Raydan çıkayım burada, kurmacalarda şimdiye dek kendime en çok benzettiğim karakter Oliver oldu, bu yüzden kalbim çok kırıldı. Bir bırakın da adam nefes alsın şerefsizler. Susan’a değil lafım, onun hatası büyük ama bakıldığı yere göre. Sanat eğitimi almış, kendisi gibi sanatçı arkadaşı Augusta’yı memleketinde bırakıp bilinmeyene koşmuş bir kadın, yazıp çizdiklerinden kazandığı parayla ailesini zor günlerin altından kaldırdığı çoktur. Susan metnin odak karakteri, döneceğim, biraz daha anlatmak isterim Oliver’ı. Zaten kaskatı bir dünyanın içinde var olmaya, eline geçen üç beş kuruşu ailesine ayırarak, durmadan kafa patlatarak -gerçek anlamıyla değil- ve sağ kalmaya çalışarak -gerçek anlamıyla, ailesini götürdüğü bir kasabada haydutlarla çatışmaya girme tehlikesi var- yırtmaya çalışıyor, dalavereci tiplerle uğraşması cabası. Valiler, patronlar, şefler, hemen herkes kolay yoldan köşe olmaya çalışırken iş etiğinden vazgeçmeyen Oliver gibilerinin kullanılıp kenara atılması normal. Hikâyeyi kurmaya çalışan Lyman Ward, Oliver’ın emekli tarih profesörü olan torunu düşünüyor, acaba Oliver saflık derecesinde mi iyimserdi? Birlikte geçirdikleri günler öyle çok değil, yine de yaşlı adamın sevgi dolu hallerini hatırlıyor da saflığa dair hiçbir şey yok. İki anlatı çizgisinden ilki 19. yüzyılın son çeyreğindeki maceralar, Ward familyasının Zodyak Evi’nde biten yolculukları, diğeri de Lyman’ın elindeki belgelerle tarihî bir metin yazmaya çalışırken yaşadıkları, haliyle birtakım paralellikler göreceğiz, mesela doksan yıl önce yaşanan bir olayı kendi çocukluğundaki başka bir olayın yardımıyla anlayabilir Lyman. Mektuplarda veya gazetelerde yer almayan boşlukları kendi sezgileriyle, deneyimleriyle doldurabilir ama bu durumda tarihe ne kadar sadık kalabilecek, daha doğrusu belirlediği metodolojiyi dağıtmadan ilerleyebilecek mi, metnin romana evrildiğini söyleyerek cevabı kendi veriyor. 1970’lerin başından yüz yıl öncesine bakmak, evin dışındaki peyzajı, manzarayı oluşturana kadar canı çıkan dedenin yaşadığı zorlukları anlamaya çalışmak, babaannenin mektuplarından çıktığı kadarıyla sanatçı bir kadının hiçlikteki portresini incelemek, Lyman’ın işi hiç kolay değildir. Hele bir bacağı yakın zamanda kesilmiş ve eşi bacağını kesen doktorla birlikte kaçıp gitmişse.
Yaş elli sekiz, hani başarılı bir hayat. Sanki. Olur yani, bacak kesilir, başa kötü işler gelir ve insanlar yıkılır, Lyman ayağa kalkmak için uzun zamandır aklında olan bir projeyi hayata geçirerek aile evine geliyor ve bulabildiği bütün belgeleri toplamaya çalışıyor. Elindekiler bir noktaya kadar yeter ama kocaman bir belirsizlik var sonlara doğru, mektuplarda ve kurmacalarda -Susan’ın hangi yeteneğinden bahsetmeli bilmem, kendisi dönemin en iyi dergisinin editörünü yakından tanıyor, hatta gençliklerinde, neyse, ara cümleye sığmaz bu- aydınlatıcı pek bir şey yok. Aşkın yitmesi anlaşılabilir de sevginin zerresine rastladığını bilmiyor Lyman, çocukken bir kez olsun dokunmamışlar birbirlerine, görev icabı konuşurlarmış adeta. Ne olmuş da o hale gelmişler, ne oldu da Lyman’ın eşi kaçıp gitti o doktorla, bir dünya soru. Süreçte, başlangıçta gizlenen cevapları ortaya çıkarmak için koca bir tarih, roman yazmak zorunda Lyman, ailesinin geçmişini ön plana alarak tutkusunu beslese de aralara sıkıştırdıklarıyla kendisini de yüz yıl öncesinden doğuruyor. Geçmişte olduğu kişiden başkası olmadığını söylüyor mesela, insanın değişmeyeceğini, doyma ânı ve Doppler etkisi teknikleriyle tarihi nasıl kendinin kılabileceğini. Kum tepeciğinin daha fazla yükselmeyip yanlara doğru genişlediği, yer çekiminin yükseltiye izin vermediği noktaya doyma ânı deniyor, insan yaşamdan daha fazla alamaz, yükselemez de yatay bir seyir izlemeye başlar, Susan için bu noktanın ortaya çıktığı zaman Lyman’ın arayışının hedefi. İkincisini biliyoruz, ambulans hızla yaklaşır da ses dalgaları sıkışır, daha yüksek bir notasal değere kavuşan sesi pesleşirken duyarız ambulans geçtiğinde, ses dalgaları daha aralıklı gelmeye başlamıştır çünkü. İncelemek istediğimiz tarihî bir olayın üzerinden uzun zaman geçmemiştir de metinler yazılmıştır olayla ilgili, günümüzün metinlerinden daha farklıdır çünkü bize pesleşen/uzaklaşan bir ses gelir, geçmişteki bir tarih yazarının duyduğu ses daha tizdir, daha canlıdır. Lyman bu yüzden Susan’ın yazdıklarını birincil kaynak olarak değerlendirir. Yeteneklidir Susan, Batı’nın vahşi dünyasını anlatan çizimleri, yazıları epey rağbet görür, herkes bu yetenekli kadını merak eder ama yıllar boyunca ailesinin evine dönemeyecektir Susan, bir kere oradan ayrıldığında bambaşka bir hayata atıldığını bilmektedir ama o hayatın incecik kişiliğini nasıl zorlayacağını düşünmemiştir. Oliver’ın peşinden gitme sebebi aşktır ve yeterli bir sebeptir bu, yine de geride bıraktığı ortamın yoksunluğunu o kadar da çekmemiş gibi görünür. Yazarlar, çizerler, düşünürler vardır etrafında, bir ara Henry James’le de görüşme ihtimali doğar ama James’in midesi arıza çıkarınca yakınlarıyla yetinir Susan. Uzaklardayken mektuplara sığınacaktır, sayfalar dolusu yazdığı mektuplarla Lyman’ın yazdığı diyaloglar tutarlıdır, kurmacayla gerçeğin -gerçek kisvesindeki kurmaca da denebilir buna- bir nevi teselli olduğu söylenebilir zira Susan mesafenin güçlendirdiği yaratıcılıkla sanatının zirvesine çıkar, memleketinden aldığı haberlerle bir parçasını orada yaşatırken Oliver’la birlikte güçlüklerle mücadele eder. Doyma ânına varması için üç çocuğun doğması, Oliver’ın birkaç iş değiştirmesi ve pasifliği yüzünden kayıplara uğraması gerekecektir. Başka bir şey söylemek gizemi kaçıracak, bilgelik insanın neye tahammül edebileceğini fark etmesidir deyip geçeyim. Lyman’ın sözü.
Üç nesle yayılan bir anlatı olduğu için haliyle uzun. Bir ülkenin sanayileşmesinin ve bir ailenin her şeye rağmen dağılmamasının hikâyesi. Bu romanıyla Pulitzer’ı kazanmış Stegner, anlatının sonunu biraz aceleye getirse de müthiş kuvvetli bir yazar. Kafka’nın Türkçeye kazandırdığı bir metni daha var, rastlayınca okuyayım onu da. Şiddetle tavsiye ederim Doyma Ânı‘nı. Metnin çevirmeni Arzu Altınanıt’a teşekkürler, kendisinin Melville çevirisini de pek beğenmiştim.
Ek: Oliver saftirik değildi. Güveni boşa çıkana kadar herkese güvenir, hayal kırıklığına uğratanları hayatından çıkarır ve başka türlüsünü bilmezdi, başka türlü nasıl yaşanacağını bilmezdi. Güçlüydü, en azından Susan onu yıkana kadar. Lyman’ın Oliver hakkında söyledikleriyle bitireyim, yine yetmeyecek ama sana sevgiler Oliver, ilk kez bir roman karakteri yalnız olmadığımı hissettirdi. “Bu rol dağılımındaki sessiz karakter o. Yanlış anlaşıldığını düşündüğünde kendini savunmadı ve geride onun adına konuşacak romanlar, hikâyeler, çizimler ya da günlükler bırakmadı. Onu yaşlı bir adam olarak tanıdığımdan ne hissettiğini varsayıyorum sadece. Asla en iyi bildiğinden daha azını yapmadı. Bu yeterli olmadıysa ve çevresinde bir eleştiri hissettiyse şapkasını takıp oradan uzaklaştı.” (s. 266)
Ne güzel bir yorum olmuş. Çok teşekkürler.