Ayla Kutlu – Hoşça Kal Umut

Oruç’un sekiz yıllık mahpusluğunun öncesiyle sonrasını bir ders gibi okuyabiliriz, Kutlu’nun anlatım harikasıdır. Sınıf bilincinin uyanışından dayanışmanın yıkılışına dek pek çok meseleyi ele alır Kutlu, Cadı Ağacı‘nda olduğu gibi çorba da yapmaz, yeterince ayrıştırır ve farklı düzlemlerde inceler. Teknik falsoların eleştirisine uygun ortam da hapisten çıkaralım adamı bir. Üniversite okumak için büyük şehre gelen Oruç siyasî eylemlere katılır, sopa yiyerek kurtulamadığı günlerden birinde yakalanır, yargılanır ve hapishaneye gönderilir. Sekiz yıl. Hapishane arkadaşlarıyla muhabbet, televizyonda akıp giden hayat, filmler, ailesinin ziyaretleri derken zaman geçer, Oruç serbest bırakılır ve Ankara’ya, üniversite arkadaşlarının yanına gelir ve evlerinde sığıntı gibi yaşamaya başlar. Onlardan yana umudu yoktur, iş güç, kadınlarla münasebetler derken iyice gevşek olup çıkmışlardır, üstelik Oruç’a öyle hıyarlıkları bırakması gerektiğini söylerler, anarşistliğin lüzumu yoktur. Sekiz yıl önce karşı binadaki terasta gördüğü Algüz’ü hatırlar, o kadar çaresizdir ki kapısını çalar kadının, edebiyatımızın gördüğü en lirik aşklardan biri başlar. Algüz için, Oruç tam bir yaşam acemisidir ve duygularını tanımlamaktan bile çok uzaktır başlarda. Gerçi hapse girdiği sırada Gülnar’la nişanlanmış, uzunca bir süre de çıkmayı dört gözle bekleyecek kadar sevdalanmıştır ama Gülnar bir mektupla ayrılmak istediğini söyler, Oruç’un dünyasını başına yıkar. Seviye dair bir fikri vardır Oruç’un, hayal kırıklığından yarattığı kendi hapishanesinde saklar. Özgürlüğünün ilk günlerinde denk geldiği Gülnar’ı kabalıkla savuşturur, sertçe iter. “Uzun kırmızı boyalı tırnakları gaga gibi içe kıvrık. Mide bulandırıcı. Nerede o saçlarında rüzgârların konaklamadan geçtiği, güneşin kırlangıç yuvası gibi salkım saçak yüzünde dağıldığı, boyasız, güldüğünde bütün yüzü gülen kız? Gitmiş o, yerini her yanı boyalı, tiyatro yapan bir bebek almış.” (s. 21) Tipik erkeklik koduna sığınmış, acılarına karşı bir duvara yaslanır gibi yaslanmış Oruç, Gülnar’ın savunusunu dinleyemememiz cabası. Algüz’le ilişkisinde de bu kimliğin çıktılarını göreceğiz, ayrıca hapishane yaşamının bıraktığı kalıcı hasarla devrimci pratiğin tuhaf karışımı çıkacak ortaya, diyaloglardan izleyeceğiz. Kardeşten bahsetmeli az, Ankara’ya gelmeden önce birkaç gün evinde kalan Oruç’un ailesinden kopacağı açıktır, hapisteyken kardeşi İrem’le evlenen Okan’ın yılışıklığına katlanamaz. Avukat masrafları, geçim zorluğu derken İrem’i Okan’la evlendirmekten başka çare bulamaz aile, Oruç onay almaya gelen annesine çıkışarak İrem’i kurtarmak ister ama başarılı olamaz, susar. İrem’in mutsuzluğuna, Okan’ın olumsuz herhangi bir davranışına şahit olmuyoruz, yine Oruç’un perspektifinden gördüğümüzle yetiniyoruz. Genç yaşta hapse girmenin getirisi kaskatı bir insanlık, hatta Algüz’ün de eleştirdiği gibi sevgisizlik, yaşamasızlık. Cadı Ağacı‘ndaki Nilüfer’den daha iyi kurulmuş bir karakter Oruç, en azından çöküşünün, çelişkilerinin makul bir gerekçesi var.

Algüz’le fırtınalı ilişkisini sürdürürken Oruç’un yaşamına bir bakalım, fakülteye tekrar kayıt yaptırmaktan bahseder ama hakkı alınmıştır elinden, avukatlarla tekrar uğraşmak istemez. Üniversite arkadaşları evdeki kanepeyi kaldırarak niyetlerini belli ederler, Algüz’e sığınmaktan başka çare kalmaz. Büfe işi çıkar bir ara, Oruç umutlanır, tam her şey yoluna girip çalışmaya başlayacakken aracı arkadaşın ailesine haber uçurulur, belki kısa bir ziyaret, korktukları için mevzu yatar. Okan’ın zengin babasının torpilini de istemez Oruç, eniştesini bir kaşık suda boğacak haldeyken acınmaya ihtiyacı yoktur. Kendi ailesi öyle delibozuk, komünist işlerden uzak durması için yalvarır, dava arkadaşları çoktan yollarını bulmuşlardır, eski solcularsa görmezden gelirler Oruç’u, o kadar da önemli biri olarak görmezler. Gururludur Oruç, gidip kimseyle görüşmez, kimseden yardım almaz, sekiz yıl önce evindeki su sorununu çözmek için bir kez misafiri olduğu Algüz’e bu yüzden yanaşır. Daha temel sorunlar var öncesinde, arkadaşlarının evinde yemek yerken bıçağı ağzına sokar, çatal kullanmaz, kaşığını çay bardağının içinde bırakır, ekmekleri çok büyük koparır, yenilecek hiçbir şey bırakmaz, ekmek kırıntılarını bile. “Sanki hayvan gibi” yer, sosyal yaşamdan koptuğunun başka göstergeleri de vardır ama en vurucusu bu olsa gerek. Hapishanede kapları yıkamak için su yoktur, her kabı iyice temizlemek gerekir haliyle, yiyecek de her zaman bulunmadığı için yemek lazımdır. Alakasız ama şunu almadan edemedim: “Akşam içmişlerdi. Oruç değil. İçki, gözünde hâlâ zayıflık çünkü.” (s. 39) Oruç da öyle olsaymış keşke. Neyse, içmez, kadınlardan uzak durur çünkü öyle görmüştür örgütte, halkın kurtuluşu için çalışırken silahlı mücadelenin başlamasını beklemektedir, duygusal yaşantılara yer yoktur. Kitaplara yer vardır biraz, pasajdaki kitapçıya gidip bir görünmek ister Oruç, “Remzi” adlı tanıdığı Remzi İnanç olsa gerek. Kitapçı açma projesi var suya düşen, kısacası olmaz da olmaz, Oruç bir hiçtir, yok hükmündedir, Algüz’e istediğini veremeyecek olmasına rağmen bütün bunlar gidecek başka bir yerinin olmadığını gösterir. Mahvına gider.

Aralarında on küsur yaş var, ikisi de tedirgin, ne konuşacaklarını bile bilmiyorlar ama biri diğerinin gitmesini istemiyor, diğeri gitmek istemiyor ki gidecek bir yeri yok zaten. Kırıldı kırılacak bir konuşma geçiyor aralarında, söz uzuyor, Algüz’ün düşündüğü: “Gitmesi gerek. Kendi koşullarında, kendi sınıfından insanlarla birlikte olmalı.” (s. 62) Oruç da benzer şeyleri düşünecektir, Algüz’ün burjuva zevklerini başta hunharca eleştirir, kalp kırdığını görünce kendini dizginlemeye çalışır ama zaman zaman patlar yine, Algüz’ün aşkına karşılık verememenin sıkıntısıdır başında. Yıllardan beri bomboş duran eve bir mavilik gelmiştir Oruç’la birlikte, Algüz öylesi yalnızdır ki her deviniminde mutsuzluğunu döken Oruç’a tutulur. “Senden kurtulmayı başaracağım Oruç. Yine içeri alırlarsa, yahut askere gönderirlerse sevineceğim bile. Kucak dolusu acı taşıyarak içimi hüzne boğdun sen.” (s. 79) Yaşamayı öğretmek için Ege’ye tatile gitmelerini önerir Algüz, adamı zor ikna eder. Bir amacı da Oruç’u tekneye bindirip yurt dışına kaçırmaktır, gerçekleşmez. Acı, hızlı sona doğru doludizgin giderler, ihbar edildikleri zaman evi basan askerlerin doğurduğu telaş yüzünden acısını bütün ömrüne yayar Oruç. Açıklamalara göre 1971’de müebbete mahkum edilenlerin infazla serbest bırakılmalarından sonra esas hüküm kararlaştırılmış, özgürlüğe kavuşanların tekrar hapsedilmeleri tehlikesi doğmuş, askerler “firarileri” aramaya başlamışlar da birini bulmuşlar, yerde sırt üstü yatan kadına tepeden bakan şaşkın adamı.

Kaya gibi sert bir romanda lirizmin bütün ayarlarını açmak, eh, Osman Akınhay’ın Gün Ağarmasa adlı romanı çok daha serttir ama sevgiler öyle bir yaşanmış, anlatılmıştır ki anlatıya uyumu kusursuzdur, Kutlu’nun metninde bu uyum bence yok. O kadar şiirselliğe katlanamayan Oruç bile adeta kurgunun dışına taşar da silkeler Algüz’ü, kadının söylediklerini garipser, absürt bulur. Kurguya dahil bir absürtlük değil. Bilgi topakları başlı başına can sıkıcı, Algüz’le Oruç dönüşümlü olarak spotların altına gelerek tirat atarlar, yaşamın doğal akışıyla alakaları yoktur ama o alakasızlığı yaratacak halleri de yoktur, verdikleri malumat tepelerine yapıştırılan konuşma balonlarının içinde büyür de büyür. Yapıştırma konuşma. On kez “öf” yazmışımdır belki sayfa kenarına, aşırı rahatsız etti. Bir de ansızın biten hikâye yolları var, mesela Oruç bir yerde babasının çok gizli bir iş yaptığını söyler, İrem doğduğu zaman baba bu aşırı gizli iş yüzünden güneyde bir yerdedir, sonra evine dönmüştür de nedir olayı, siyasi suç işleyen oğlundan ötürü bir sıkıntı çekmiş midir? Anlatılmayan ögeler varsa art alanları da vardır, boş kalırsa romanın yüzeyinde gediktir artık.

Bir yana fazla eğik bu roman. Kutlu’nun dili ve dönemin siyasi, sosyal cehennemi dört dörtlük, Algüz’le Oruç’un ilişkisi, meh.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!