Ayla Kutlu – Cadı Ağacı

Mekruh Kadınlar Mezarlığı öyküde yeni bir sestir de Kutlu’nun Hoşça Kal Umut, Cadı Ağacı gibi romanları oldukça başarısız, hayal kırıklığı yaratacak ölçüde kötü. Karakterler iyice eşeleniyor, belli bir durumun yarattığı psikolojik hal benzetmelerle iyice süsleniyor mesela, o durum ortaya çıkana kadarki süreçse hemen hiç yok. Bu romanda Nilüfer’in TİP’e girdiğini, halkla dayanışma niyetinde olduğunu biliyoruz, Çinçin’in en berbat yerlerinden birinde muayenehane açarak sağlam bir adım da atıyor ama daha ilk adımda çuvallıyor, hiç olmayacak şekilde uzak durmaya çalışıyor insanlardan. “Aslında sevmiyordu bu insanları, onlara güvenmiyordu. Bu duyguyu yenemiyor ama zorlanıyor, unutmaya çabalıyordu. Güvenmezsen güvenmezsin, inanmıyorsan inanmış görünürsün. Karşılıklı olarak bu oyunu oynadıklarını düşünüyordu.” (s. 146) Ey? Verilere bakıyorum, Samsun’un Çinçin’inde büyüyen Nilüfer yokluğu çok iyi bilir, o da gecekondularda büyümüştür, çocukken zengin olma hayali kurduğunu ve yoksullara kötü davrandığını, fiziksel şiddete varan gaddarlığını biliyoruz. 1971’in arifesinde üniversite öğrencisiyken politize olmadığı açık, siyasi bir duruşu yok. Gelen hastalardan yılmış vaziyette, öyle bir cahillik görmemiş, nihayetinde bağırıp çağırarak sindirmeye çalışıyor insanları. Tamam da nedir bu gelgitin nedeni, Nilüfer’in partiye girmesinin, toplumculuğunun köküne kibrit suyu dökmesinin has sebebi? Yok, aşk hayatı kötü gittiği için her şeyden vazgeçmesi, kızı beşinci kattan düşerek öldüğü için halka sırt çevirmesi, üniversitedeki hocası Halil’le sevgili olduğunda Halil’in eşi Perizat tarafından “küçük orospu” olarak fişlenmesi gerekçe değil, hiçbir çöküş bir diğeriyle ilişkili değil gibi gözüküyor. Açıkçası Nilüfer’i bir askılık gibi görüyorum, Kutlu kapının arkasına koymuş bunu, dönemin ne kadar siyasi, toplumsal vs. meselesi varsa birer birer asmış. Ne olmuş, Nilüfer duyarlılıktan sığırlığa doğru tepetaklak düşmeye başlamış. O geçiş de belirsiz, serbest dolaylı anlatıcının söylemine bakarsak hassaslık tavan, Nilüfer aşkı tattıktan sonra tekamül ediyor adeta, Halil’le birlikteyken çocuğunun acısına dair hiçbir şey yok üstelik, sonra Halil ölünce hop, sığır. “Aslanım”lı, lanlı lunlu tuhaf bir konuşma, milleti aşağılama, müdavimi olduğu meyhanede içip içip kavga çıkarma, rastgele cinsel ilişki, bambaşka bir insan. Zaten ikna edici değil de bu geçişi açımlayacak bölümler, detaylar gerekiyor, düşüşten başka hiçbir şey yok. Nilüfer’in düşüş hikâyesi. Yerseniz afiyet, bana göre kartondan bir karakter Nilüfer, dilediğinizi raptiyeleyin.

“Cadı ağacı”nın kaynağı Edip Cansever, romanda malum dizelere yer verilmiş. Nilüfer kendini cadı ağacı gibi hissediyor, parçalanıyor, tutunacak hiçbir şey bulamıyor. Dertlerine bakalım, önce başarısız evlilik. Hamile kaldığı zaman daha yeni evlidir Nilüfer, Vedat yeni giriştiği ticaret işinin serpilmesi için elinden geleni yapmakta, daha da önemlisi hayatını yaşamak istemektedir, baba olmaya hazır değildir yani. Nilüfer de anne olmaya hazır değildir ama çocuğu aldırmak istemez. Sırf korktuğu için gitmez doktora, içindeki canı yitireceğinden değil. Vedat’la aralarına uçurum girer böylece, gerçi Vedat sonradan iyi ki çocuk sahibi olduklarını söyler ama bir kez başka dünyalara ait olduklarını görmüşlerdir, dikiş tutmazlar artık. Çocuğa Nilüfer’in annesi bakar, iyi kötü yaşayıp giderler ama bir gün Nilüfer işe gitmek üzere aşağı indiğinde bam diye bir şey düşer önüne, şoka girer. Kutlu’nun takdir edilesi bir anlatımı var burada, Nilüfer’in o an ve sonrasında yaşadıklarını derinlemesine inceler. Depersonalizasyon, acıyı yalıtma dinamikleri adım adım açılır önümüzde, Nilüfer’in öyle acı bir olaydan nasıl sağ çıktığını görürüz. Annesi başaramayacaktır bunu, kızının tepkisizliği de eklenince kadın o evde daha fazla duramaz, gidecek başka yeri de olmadığı için oğlunun kaldığı viraneye sığınır. Yıllar sonra kardeşini ziyarete giden Nilüfer yıkık dökük binada yaşayan kardeşinin okuma hayallerini yıkar ayaküstü, hayatının paparasını yer. Kardeşi ağzını açtı mı bütün zehrini döker: Nilüfer kendi acısına boğulup annesini görmezden gelmiştir, kardeşini hiç desteklememiştir, bencildir, doktor olacak aklı vardır ama yakınlarına şefkat gösterecek kadar duyarlı değildir, para kazandıkça ailesini unutmuştur, bir dünya laf. Ailesini böyle yitirmiştir Nilüfer, kardeşiyle yıllar sonra görüştüğü zaman birikmiş öfke yüzünden, biraz da haksız bir şekilde onca lafı yediğini öğrenecektir ama ilişkiyi düzeltecek durumda olmayan kendisidir bu kez, çoktan sönmüştür yıldızı.

Çocuk öldükten sonra Vedat’la boşanmaya karar verirler, Nilüfer eşinin tek şartını yerine getirir ve uzmanlık sınavlarını kazanır. Zamanının parlak çocuğu, hemen her doktorun saygıyla baktığı Halil’in öğrencisi olmasında fakülteden yakın arkadaşı Tahsin’in telkinleri etkili olmuştur, Halil aslında kadın öğrenci istememektedir ama Nilüfer’in yaşadıklarını öğrenince istisna yapmıştır. Hemen birlikte olmazlar, Halil mutsuz olduğunu anlatır, Nilüfer pek bir şey anlatmaz da akıntıya kapılır diyelim, sevgili olurlar. Hayatında ilk kez âşık olmuştur Nilüfer, Halil de birlikte olduğu onca kadından sonra Nilüfer’e tutulmuştur, bir süre bulutlarda yürürler. Bu bölümler son derece lirik, söz konusu aşksa Kutlu bir kalbin enginliğini pek iyi yansıtıyor. İşte, Halil kansere yakalanıp öldüğü zaman esas darbeyi yiyor Nilüfer, çocuğunun ölümünde kullandığı savunma mekanizmaları para etmiyor o kez, kaybının tarifi yok. Bırakıyor kendini diyebiliriz, kürtajdan bir dünya para kazanmaya başlıyor, evinde partiler, sanat sepet tayfasına sevişilecek ortam sağlıyor, millet leş gibi sarhoş falan filan, kıytırık çöküşler. Tahsin’le arasını bozması bu konudaki son başarısızlığı olabilir, arkadaşında Halil’in gölgesini bulmak isteyen Nilüfer kancayı takıyor ve birlikte tatile çıkıyorlar. Birbirlerine neden saldırdıklarını bilmiyoruz ama Tahsin de patlıyor bir noktada, kürtajlar yüzünden Nilüfer’e “kasap” adının takıldığını, Nilüfer’in bencillikte çığır açtığını söyleyerek paramparça ediyor kadını, yirmi küsur yıllık dostluğu oracıkta bitiriyor. Bir sonraki karşılaşmalarında başlarıyla selam verecekler bir, o kadar.

Nahit vakası kurgudaki en şaralop öge olabilir, o kadar lüzumsuz ki. Nilüfer’in tatilde tanıştığı bir akademisyen var, robot gibi bir adam. Kardeşi üniversite öğrencisi, eylemlere katılıyor, siyasi hareketlerin göbeğinde. Bir gün bu akademisyen ortaya çıkıp kardeşinin zor durumda olduğunu, yardım istediğini söylüyor Nilüfer’e, kadın da sığırlığını bir kenara bırakıp tabii ki yardım edeceğini, o kadarını da yapacağını söylüyor. Akşam onda bekleyeceğini söylüyor çocuğu, akademisyen teşekkür edip gidiyor. Nilüfer ne yapıyor, adamın biriyle eğlenirken sızıyor, ertesi sabah uyandığında çok pişman da olan olmuş. Kapı açılmayınca gecenin o vakti sokaklarda dolanan çocuğu polisler durdurmuş, sokağa çıkma yasağı sırasında ortalıkta dolaştığı için yakalamaya çalışmışlar ama çocuk kaçmış, sonra açılan ateşle yaralanmış ve felçli kalmış. Nilüfer kahroluyor, çocuğun annesi bunun üzerine yürüyor, bir dünya olay. Arkadaşlarına olayı anlatıp teselli bulmaya çalışan Nilüfer’e arkadaş darbesi, herkes suçlu buluyor Nilüfer’i, dışlıyorlar. Nilüfer en sonunda dayanamıyor, üst üste binen acılardan kurtulmak için arabasına atladığı gibi otobana çıkıyor ve karşıdan gelen kamyonlardan birinin altına kasten giriyor anladığımız kadarıyla. Kamyonun şoförünü, diğer şoförleri düşünemeyecek kadar bencil olduğunu çıkarmalı mıyız buradan bilmem fakat bu romanın pek de nitelikli olmadığını çıkarabiliriz, bir tek Kutlu’nun dili ve psikolojik tahlilleri için okunabilir. O da, yani, bilemiyorum, tavsiye etmem ben, Kutlu’nun öykülerini okumak daha iyi. Ayrıca okunacak o kadar da metin var.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!