Mustafa Kutlu – İyiler Ölmez

Kutlu’nun bu metnini veya Kutlu’yu bizim kahvede süper hikâyeler anlatan Panço Hilmi’yi dinler gibi dinleyeceğiz ve bir yazarı okur gibi okuyacağız. Okuyacağız çünkü söylemin dışına kaçan cümleler var, tıkamayız geri. Dinleyeceğiz çünkü yazılandan daha fonetik, işitsel bir hal var hikâyede. Zaten “hikâye”, öykü değil, Kutlu da hikâye anlatıcısı olduğuna göre geleneği göz önünde bulundurarak okursak metne daha doğru bir niyetle yaklaşmış oluruz. Yazarın niyetini es geçmemiş oluruz en azından, bilip de okumak daha iyidir. Dinlemek. Neyse artık. Anlatıcı araya giriyor bazen, bazı şeylerin neden öyle olduğunu veya olmadığını açıklıyor. Bir yerde gözlemcilikten çıkıp karakterlerden birinin sesini taşımaya başlıyor, kısa süreli bir çoklu kişilik bozukluğu olarak mı görmeliyiz bilmem, orada bir terslik olmuş ya da anlatıcı bir anlığına kandırıkçılıktan vazgeçip esas kişiliğine bürünmüş diyeceğim ama o da değil, karakter ölüyor ve anlatıcı anlatmaya devam ediyor. Kısacası iyilerin nasıl ölmediğini anlatıyor, gerçek olamayacak kadar iyi insanların hayır işlerini destanlaştırıyor. Öyküde bir kusur olarak görülebilecek hızlı geçişler, örneğin başa bela bir karakterin ortadan ansızın kaldırılması, büyük tesadüfler, herkesin iyilik meleği kesilmesi hikâye anlatıcılığında erir ama anlatılanı dinlemek ona inandığımız anlamına gelmez, The Fablemans‘taki kısacık bir sahnede hikâyeyle gerçeklik arasındaki ilişkinin kodu çözülüveriyor. “Sayın okur size inandırıcı geliyor mu? Ama bu bir dizi, bizi kendine çekiyor ve inandırıyor.” (s. 40) Yani hikâyenin hikâye olması için ona inanmanın şart olmaması iyi, yoksa Kutlu’nun hikâyesi hikâye olmaktan çıkardı ki tam bir hikâye değil zaten, inanacağımız bir şey hiç değil. Bu bir yana, anlatıcının Uzun Hikâye‘den bir bölüm apardığını söylemesi baştan beri orada olmayan duvarın gölgesine baktığımızı gösteriyor aynı zamanda, yıkılan bir şey yok, sadece metin ve metnin niteliğiyle oynayan bir anlatıcı var. Mevzuyla azıcık alakalı şu sahneyi de paylaşmalıyım: sahne.

Kasabaya bir şekilde yolu düşmüş veya kasabada doğup kaderin sillesini yemiş dört kişinin hikâyesi var bu kitapta, itikadını tam tutmayanların usul usul eleştirilmesi de var, anlatıcının huyu. Kahveci Hacı Kadir’in hayatı önce, dörtlünün bir araya gelmesini sağlayan adam gecenin bir vakti ortalığı süpürürken saçı sakalı karışmış, sırt çantalı bir adamın mekana girmesiyle önem kazanıyor. Babadan kalma oteli ve kıraathaneyi işleten Kadir Efendi zamanında kabadayıymış, esip gürlemiş oralarda, sonra bırakmış o işleri. “Bu küçük taşra kentinde gelenek böyle idi. Yaş kırka varıncaya kadar her boku ye, vur-kır sana delikanlı desinler, lâkin Hakk’a riayet et, sonra dost hayatı, alkol falan neyse fırtına evlenince diner.” (s. 7) Az muhabbet, yemek faslı, ölçme biçme, Kadir Efendi halini tavrını beğendiği Sıtkı’dan ücret almamaya karar veriyor. Hemen geçmişine bakıyoruz, memlekette ekmek kalmayınca hemen büyük şehre gelen ailenin tek çocuğu Sıtkı, annesi Halime kapıcılığa başlıyor, babası Bayram da ayakkabı boyacılığına. Sıtkı’nın resme yeteneğinin olduğunu gören resim öğretmeni Ruhi özel ders vermeye başlıyor da anlatıcının aktardığı yan hikâyeciklerden en acıklısı belki de Ruhi’nin, kendisi de çok yetenekli olan Ruhi siyasi hareketlere katılıp hapse düşünce koltuk çıkanı kalmamış, kasabaya atmış kapağı. İçiyor, eski günlerden bahsediyor, kaçırıyor Sıtkı’yı. Mahalledeki abilerinden biri çocuğun yeteneğini keşfedince hemen yandaki villanın sahibi Hidayet Bey’e haber ediyor, sanata meraklı bu kodamanın evine kapağı atıyor Sıtkı. Bütün malzemeleri kodamandan, istediğini çizecek, beş kuruş almayacak. Sevda’ya âşık olup olmayacağına dair bir komut yok, âşık olsun. Sevda hemen aşağılasın köylü çocuğunu, sevgilisi Sercan yüzünden evden uzaklaştırsın. Normal. Oydu buydu, Hidayet Bey uyuşturucu baronu çıksın, Sıtkı tokat üzerine tokat yiyip hayata küssün ve vursun kendini yollara. “Şudur: Hikâyenin dramatik yapısı yetersiz. Evet Sıtkı kullanışlı bir karakter, lâkin o villa, resim, Sevda masalları tamamen klişe.” (s. 42) İnanmamızı ama etkilenmememizi buyuruyor anlatıcı, olur. Anası gitme demiş ama Sıtkı durmuyor, “ya tahammül ya sefer” diyerek veriyor elini yola. Anlatıcı, Kutlu’nun başka eserlerine göz kırpıyor böylece, arada iki üç tane daha yakalarsınız.

“Civan” kasabanın durumunu gösterir bir hikâye az, yoksul ve zengin mahallelerinin yerini belirleyen. Civan’ın anası bir adamla Almanya’ya kaçıyor, babası da onların peşinden, hikâyeden çıkıyorlar ve bir daha görünmüyorlar, önemli olan Civan’ın ekibe katılana kadarki yaşamı. Marangoz çırağı bu, sonra can dostuyla birlikte marangozhanenin sahibi, Kadir Efendi’nin yardımıyla aldığı ihalenin üstesinden gelince çalışkan, iş bilir. Tamam da kendisini külhanda büyüten Kör Makbule’nin halini nasıl bilmez, orası muamma. Ana baba gidince Kör Makbule yediriyor, içiriyor, çocuğu büyütüyor, sonra Sıtkı eve çıkmaya kalkınca ağlıyor Kör Makbule, Civan yakınlarda yaşayacağını söylüyor. İnsandır, kalpten gider, Kör Makbule de gider lakin Civan’ın nasıl haberi olmaz, küçücük yerde uçmaz mı haber, karasındansa bir de? Marangozhaneyi aldığını söylemek için hamama gelirken yoldaki kalabalığı görüyor Civan, cenazeyi kaldırmaya gelmişler. Tuhaf.

“Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa” direkten tam dönemeyen Mustafa’nın aşırı acıklı hikâyesidir. Tam dönememiştir çünkü alkol batağına düşmüş, etrafındakiler sağlam mümin oldukları için bir başına içmek zorunda kalmıştır, bu da Mustafa’nın laneti diyelim. Fotoğrafçılığı öğrendikten sonra antikacılığa da meyleder, bire aldığını beşe satar, ticareti öğrenir ve hayır işlerine yatırır parayı. Şöyle, dükkânının bitişiğindeki boş araziye bir misafirhane yaptırmaya karar verir, böylece karşılaştığı gariplerin açıkta kalmamasını sağlar. Hemen belediye başkanına gidilir, malzeme alınır çünkü her iş devlete bırakılmamalıdır, vatandaş da bir şey yapmalıdır ve yapsa bile onca verginin nereye gittiğini sorgulamamalıdır. Aşırı yorum ama bu saflık da sinir bozucu açıkçası, belediye başkanı onay mercii olmaktan başka bir işe yaramaz, mesela yetimler için bir şenlik düzenlerler, sonra bu şenlik fikri civara yayılır, gazetelere çıkarlar, bir dünya tantana. Yani benim gördüğüm kadarıyla işler bu kadar kolay yürümüyor, en hayırlısı bile birilerinin rahatını kaçırdığı için engelleniyor genelde. Kutlu’nun dünyası ütopik, keşke her şey anlattığı kadar basit olsa. Fıjt diye binalar, şenlikler, iyilik güzellikler, bilemedim ama benim dandik yorumumla metnin bütünlüğünün hiçbir ilgisi yok tabii, kurgu neyse o.

Doktor’la bitirelim, bu kez dandik bir hikâye var arkada. Doktor’un babası modern bir adam, beynamaz, annesiyse sıkı mümin. Annesine meyleder Doktor, malum, tıp okur, asistan olur, sonra vamp bir öğrencinin ağına düşer. Sevgilisiyle birlikte Doktor’u soyup soğana çevirme planları yapar vamp, nişan mişan ayarlar, sonra uluorta öpüşürken görülünce Doktor hayata küser, basıp gider taşraya. Bizim çavuşlara rastlayınca tayfayı dörtler, birlikte hayır işi kovalarlar. Sonra arabayla giderken kaza yapıp kuşa dönüşürler, kazanın olduğu yere mezarları yaptırır Kadir Efendi, yıllar yıllar sonra da zengin bir adam rüya görür de türbe dikiverir oraya. Modern zamanların evliyaları. Gelen geçen dua etsin de ağaçlara bez mez bağlamasın, yatanlardan hiçbir şey dilemesin, ölümü hatırlayıp yoluna devam etsin.

Kutlu’nun tipik metinlerinden biri. Ben doymuşum galiba, Beyhude Ömrüm‘de bulduğumu bulamadım, Mavi Kuş‘ta gördüğümü göremedim. Eh.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!