Vecdi Çıracıoğlu – Serseri Standartları Sempozyumu

Marina MacKay’in Roman Nedir?‘inde “el yazması tekniği” gibi bir adı vardı bunun, kişinin teki bir şeyler yazmıştır da birilerinin bulduğu yazma hemen dönüşür, kitap olur, okuruz. Klişeler klişesini nasıl kurmaca harikasına dönüştürürsünüz, onu da Yapraklar Evi‘nin ikinci baskısı yapılınca görürsünüz artık. Malum metne döneyim, yarım kalmış inşaatın bir yerinde bulunmuştur bu defter, yanında eski paralar, yıllardır orada. Yazma (diyeceğim bundan sonra) bir erginlik ayiniyle açılır adeta, anlatıcı eski bir eve girip aradığını bulamayınca sırın ardındaki sırrı merak eder, aynadaki yansımasına yürür ve metafizik bir âleme geçmeye çalışır ama parolayı bilmez, henüz geçemeyecektir. Anlatının sonunda aynı sahne tekrarlandığı zaman geçecektir, geçişin neye tekabül ettiği henüz açık değil ama ilk akla gelen sezgi tam isabettir, o âna kadarki yaşama bakalım. Tek tip apoletli yetiştiren yatılı bir okulun öğrencisidir anlatıcı, yarı iblistir, çocuktur henüz. “Düşkırıcı” dediği varlıklarla ilk orada karşılaşır, kabaca sığır insan diyebiliriz bunlara, pek hassas anlatıcının düşsel hayatını cehenneme çevirenler. İşinin olmadığı yeri, yerle birlikte kendini de yabancılayan anlatıcı fare olduğunu düşünür, annesi faredir veya, kendisi bir şekilde farelerle bütünleşir ve insanlığından biraz daha kopar. Şu: “Ben, ben olduğum için, benlik davasının garip bir parçası, toplumun istediği davranış kurallarına ve getirdiği ölçütlere uygun, uzlaşıcı, iyimser, kalender, şükredici bir yaşam sürdüremeyen itaatsiz; benim gibi görünenlerle sonunda bu deliler evine.. Büyü(k) Ev’e, kapatılmış buldum kendimi.” (s. 20) Biraz geriye saralım, Bakırköy’e düşmesin henüz. Anlatıcının adı Faretin, şiirle meşgul olmaya başladıktan sonra alıyor bu ismi, yazıyor ama dergilerde yok, kitabı zaten yok, yaşamına denkliyor şiiri. “Sarı Sait” gibi yazamayınca Serseri Standartları Sempozyumu’nun tanıtım taslağı çıkıyor ortaya, Bilge Serseriler için bir kılavuz. Başta sinikler veya kinikler için bir metin gibi görünüyor bu, Faretin’in yaşamı gölge edilmemesinden başka bir şey istemeyen atasınınkini andırıyor. Ata geride bir metin bırakmamış, metni yazması için gereken eşyaları edinmesi ironik olurdu, Faretin hem yaşayıp hem yazmaya niyetlenerek yükü omzuna alıyor ve itinayla uydurduğu Yokülke’sinin olaylarını, karakterlerini çarpıtarak yazmaya başlıyor. “Yaşarken, varoluşun nedenini sormaya fırsat bile bulamayan ben, algının sınırlı zamanda, sınırlı olmak zorunluluğunu tek bir biçimde algılıyorum. İşte bu yüzdendir ki, görünenin arkasındaki serseri ruhu ve farkının, birtakım karmaşık durumların ortaya çıkmasının, tanık olunmasının ve anlaşılmasının bu Sempozyum’dan geçeceğine inanıyorum.” (s. 31) Beyoğlu’nun bodrumlarından birinde yaşayan Faretin önce ev arkadaşını kaçırır, sonra sevgilisini boğmaya kalkar, alkolle coşturduğu deliliğinin sonucunda şiir “kusar” adeta, manyaklığa vurduğunu da söyleyebiliriz. Mahallelinin ihbarıyla hemen Bakırköy’e kapatılır ve bacadan kaçana kadar bir hafta boyunca akli dengesi bozuk kişilerle takılır. Oyuncu, Yazar, Hoca, herkes adını dışarıda bırakıp yeni bir kişilik edinmiştir, herkes serseridir, sahnedeymiş gibi davranır, konuşur, Faretin’in ideal insanına dönüşür. Adamımız esas işinin dışarıda olduğuna kanaat getirerek kaçar bir gün, Âsaf Hâlet Çelebi’nin sesini de yanında götürerek padme humlar ara sıra, ne zaman muhtaç olursa. 1960’ların az berisi, Faretin muhtemelen dönemin şairlerini tanır, onlarla zaman geçirmiştir, özellikle yeni söyleyişinden etkilendiği Garip’in yılmaz bir savunucusu, tam bir neferidir. Şiirleri, açıkçası pek bir halta benzemez ama o “başıboşluğu” taşır, İstanbul’u, Boğaz’ı, özgürlüğü ve serseriliği içerir. Yani iyidir buraya kadar: ilginç bir karakter var elimizde, belki ikinci bir Hayalet Oğuz çıkacak da Hayalet Oğuz’u da içeren bir hikâyeye evrilecek okuduğumuz, Faretin’in çelişkili davranışlarına rağmen her şey çok güzel olacak. Olmuyor, tıpkı Yüksel Pazarkaya’nın Ben Aranıyor‘undaki yanlış istikamet.

Hastaneden kaçan Faretin bıçkın bir adamın aracına biner, birbirlerine poz keserler ki bu pozlar bitmek bilmeyecektir artık. Deniz kıyısına yerleştirilen toplar iyi yataklardır, Faretin birinin içine girip uyumadan önce ortalığa bırakılmış balık ağlarından birini alır altına, uykuya dalar. Uyandığında Reis kendisini izlemektedir, birlikte açılmayı teklif eder ve Faretin’in balıkçılık kariyeri başlar böylece. Bütün bunları Faretin’in ağzından dinliyoruz da o topların geçmişine, yapılışlarına dair hikâyeleri nasıl biliyor bu adam, onu bilmiyoruz. Başka bir yerden çıkarabiliriz aslında, Çıracıoğlu’nun Kara Büyülü Uyku nam ilk romanı bu topların yapılışını anlatan bölümlerle dolu, oradaki yumurta hikâyesinin buraya taşınmasını yersek yeriz de ben yiyemedim, Faretin gibi aklı gidip gelen bir adamın bilgi küpü olduğunu kabul etmek zor. İkinci mesele balıkçılıkla birlikte başlıyor, yine Çıracıoğlu’nun başka metinlerinde teferruatıyla gördüğümüz balıkçılık, balık, deniz, şu bu detaylarıyla anlatılır, ayrıntılardan başımız döner, Çıracıoğlu’nun bilgisinden etkileniriz de bu çömez şairin onca şeyi öğrendiğine dair bir şey yok, Reis zaten denize dair vecize üfürmekten başka bir şey yapmıyor, aslında hiçbir karakter yaşama dair vecize üfürmekten başka hiçbir şey yapmıyor. Faretin tam oturmuyor yani, zaten bütün o serserilik, uyumsuzluk, isyan ortadan kalkıyor balıkçılarla birlikte takılmaya başladıktan sonra, daha doğrusu serseriliğin balıkçılık olduğunu öğreniyoruz. Onca tatava balık ağlarına karıştı gitti resmen, defteri dolduran maddeler şişenin saat yönünde dönmesi gerektiğine, neyin nasıl içileceğine indirgendi, serseriliğin kitabı rakı içmenin dandik adabına dönüştü resmen. Akıl hastanesindeki renkli ortamın bir benzerini görmeyeceğiz artık, ekmeğini denizden çıkarıp alkole vurmuş adamların raconunu ezberleyeceğiz. Şiirler kaybolacak, Düşkırıcılar belki bir iki kez ortaya çıkacak, o da 1960 Darbesi gerçekleşirken. Faretin serseriliğin kitabını yazmaya devam ettiğini sanıyor ilginç bir şekilde, mezelerin sofradaki önemine dair gastronomik bir araştırmaya girişse daha iyiydi.

Deniz insanlarına dair çok şey buluruz, bu açıdan metnin hakkını vermeli ama steril dilden de şikayet etmeli. Bu temizlik çok can sıkıcı açıkçası, tekinsiz ortamların pırıl pırıl konuşan insanları fenalık getiriyor. Mesela Reis’in yapılmasını istediği bir iş var, yapılmadığında Reis’in “sunturlu bir küfür salladığı” söyleniyor bir, o kadar. Yahu yapıştır oraya, “Ulan amına kodumun!” desin karakter, azıcık serserilik varsa onu alalım bari. Bundan başkaca herkes mi Stoacı anlamadım ki, yaşamın zorluğuna rağmen dinginliğini bozan bir kişi yok, keyifler keka. Yokülke’nin sınırlarında olduğumuz için Faretin’in dünyasının dışına çıkmamalıyız gerçi, bütün eleştirileri taca çıkar da dünyayı yakmaya çalışırken tayfaya dönüşmek, bilemedim. Midye açmayı öğreniyor Faretin, şişeyi elden ele geçirmeyi, cigaradan üst üste kaç nefes çekilebileceğini, kimi kimsesi olmayanların tabutlarındaki örtünün azıcık kaldırılıp ahşabın gösterilmesinin anlamını, kısacası balıkçıları serseri belliyor ve yazdığı metnin ilk maddelerindeki düşünsel direnişi alt sınıfın yoksulluk âdetlerine dönüştürüyor. Olmuyor tabii, kendisi de olmadığını anladıktan sonra üfürükten ölüyor, başa dönerek ayna sekansını tekrarlıyor ve kendi ölümünü de yazdıktan sonra ölüyor. Reis iyi bir çocuk olduğunu düşünmüştür, kendi halinde takılan biri olduğunu, şair olarak bilinmesine rağmen şiirle pek bir alakasının olmadığını, öylece ortaya çıkıp kaybolan, ucuza çalışan bir kaçıktan nameler dinlediğini.

İyi bir fikrin çok kötü bir uygulamayla mahvolduğunu söyleyeceğim, Çıracıoğlu bu romandaki balıkçılık bölümlerini başka yerde, mesela üçlemesini dörtlemekte kullansaymış çok daha iyi olurmuş aslında. Tavsiye edemeyeceğim bu romanı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!