Kemal Ateş – Veresiye Defteri

Arka kapaktaki “ilginç kurgu” methiyesini metinde bulmaya çalıştım, bulamadım. Bir mahalle bakkalının veresiye defterindeki insanların anlatıldığı söyleniyor, bekliyorum ki bir iki oyun oynansın, mesela defterin sayfaları verilsin, Babiki Hüsnü’nün yediği içtiği. Pastırma alınmış mesela, gecekondu mahallesinde kıt kanaat geçinmeye çalışan Hüsnü’ye neyin pastırma aldırdığına dair kısa veya uzun bir anlatı, aynı gün alınan peynir girsin araya, mesela başka bir gün sayfanın düzeni bozularak çıkarılan okun ucundaki deterjan neyin nesi, bakkalın o oku çıkardığı andaki geldisi gittisi, hali tavrı, oku çizen kalemin o güne dek gördüğü, kalemin ucu biraz daha ezmiştir kâğıdı da bir sebebi vardır, bakkalın önceki gece yaşadığı bir olay, her gün bir ekmek alan birinin haftanın belli günlerinde iki ekmek almasının nedeni. Yani ne bileyim, benim aklıma böyle şeyler geliyor, hadi bu kadar şalala olmasın da teker teker görelim mahallenin insanlarını, altlı üstlü kurmaca çıksın meydana, o da yok. Ne var, Ateş klasik kurmaca anlayışının dışına çıkmadan usul usul anlatıyor yine. Bakkalın oğlu Nihat defteri karıştırarak ilginç insanları çekip alıyor bir, yazacağı oyuna katık etmeye çalışıyor, üç beş kişinin hikâyesine yoğunlaşacakken ölçek mahalleye denkleniyor hep. Yeni bir şey yok açıkçası, hatta Ateş’in Toprak Kovgunları‘ndan pek esinlendiğini görüyoruz, tekrar derecesinde. Mekan yine Ankara’nın gecekonduları, yıl yine 1960’lar, Elvan Usta gibi ortak karakterlerin varlığı Ateş’in önceden anlattığı mahallenin farklı sokaklarında geçen bir hikâyeyi ele aldığını düşündürebilir ama olayların birebir kopyalanması, burada durmalı. Kabadayılıkla el koyduğu toprakları tekrar tekrar satan zorba, tamam. “Yanına her adamı sokmak istemeyen”, evinin önündeki arsaya hiçbir şey kondurmamaya çalışan karakter, tamam. İnşaatta çalışmak istediğini söyleyip aylaklık yapacak adamın konduyu ihbar etmemesi için işe alınması, tamam. Köyüne dönenlerin savaşı yitirmiş gibi hissetmeleri, büyük bir otelin çamaşırhanesinde atletle çalışan karakter ve ortamın iki metinde de hemen hemen aynı şekilde anlatılması, patronun işçileri kovması ve sendikanın yaygınlaşması, bakkalda oynaşmalar, mahallenin sazcısının parasızlıktan papara yemesi ve bakkalın çocuklarına bağlama dersi vermeye başlayarak aldıyı verdiyi eşitlemesi, sazcının aç eşinin karnını doyurmak için komşusunun kahvaltısına çökmesi, daha da pek çok şey tamam, aynı, o halde bu metni neden okumalıyız, hissidéjàvu için mi? Karakterler farklı, kahraman ama aslında o kadar da kahraman değil bakkalın kooperatife karşı mücadelesi yeni, kentle köy arasındaki patküt geniş bayağı, belki bunlar için okumalıyız ama rahatsız olmak istemiyorsak Ateş’in metinlerinin arasını açmalıyız biraz, aynı dertlerin âlemler boyunca uzanması can sıkıyor. Bir Başka Şehir de işin içine girince üçüncü baskıyı okumaktan kurtulamıyoruz, üstelik Ateş’in öyküleri de giriyor işin içine, bir noktadan sonra neyin nereden kopyalandığını takip etmeyi bıraktım. Postmodern mambo cambodan, teknikten falan bahsetmiyorum, birebirlik, beraberlik, bütünlük mesele. Hal şizofrenik, aynı hayatları yaşayan farklı karakterler. Tam oturmayan şeyler de var, “şeerli” ve zengin Asuman’la eşi Nihat arasındaki yokluk kavgası, karşılıklı israf suçlamaları mantıklı, olur, Asuman savcı babasına resti çekip Bağdat Caddesi’nden Ankara’ya hiçbir şey getirmemiş olabilir de böyleyse zenginlik göstergesi apartmanda nasıl oturdukları muamma. Asuman’ın ne yiyip içtiğini, ne alıp harcadığını hiç bilmediğimiz için kavganın altı da boş, Nihat zaten iki yakayı bir araya getirebilmek için babasının defterlerini düzenleyip bakkalda duruyor bazen, kardeşinin asık suratına rağmen veresiye de alıyor, kısacası elde yeterli veri olmadığı için mevzuyu tam olarak anlayamıyoruz. Nihat’ın babası Cevat’ın ne haltlar yiyip de semirdiğini görseydik iyiydi ayrıca, hikâyenin sonlarına doğru her ürüne su katılması gerektiğini söyleyerek mahalleliye zengin olma tüyosu veriyor ama konuştuğu insanlar müşterileri, nasıl yani? Bir yandan aşırı pinti olduğunu görüyoruz, şehre göçmeden önce köyde çocukları açlıktan süründürüyor, hayırseverliğinden mahalleliyi ihya ettiğini de görüyoruz, tanıdıklarına iş ayarlamakta üzerine yok. Ey, bakkalın karşısına kooperatif dükkânı açmak nesi, dönemin siyasi rüzgârına kapılan Avukat Turgut’la Cevat’ın düşmanı yaramazlar Ecevit’in kooperatif üzerine söylemlerinin gücüyle mi bir araya geliyorlar? Cevat hacamat ediyor hemen, ücretsiz telefon, çay kahve derken kooperatifi mahvediyor da bir anlamı yok çünkü öbür tarafta halkı düşünen bir tek Turgut var, işbirliği yaptığı adamlar beş para etmezler, girişimin cortlayacağı daha başından belli, üstelik yazar kasadır, demirbaştır derken dükkâna mal alacak sermaye de kalmıyor, ahmaklık. Nedir, ülkenin haliyle kooperatifinki arasında bir koşutluk kuruluyor, mahalleli bir türlü gelmeyen “ak günler”den bahsederek tepedekilerle dalga geçiyor, kendi halini görmüyor, çatışma bir bu çelişkiyi ortaya koymaya yarıyor. Olduğunca artık.

Hulusi ilginç bir karakter, bahsetmeli. Aynı arsayı üç beş kez satan Osman Ağa madara edilince mahallelinin başına büyük dert salacağını söyleyip uzuyor, dertten kastı Hulusi. Bu adam gelir gelmez tadilat işlerine girişiyor, sonra köstebek olduğu ortaya çıkıyor. Temelden girip kazıyor durmadan, duvarlarını yıkıyor, tekrar dikiyor, evini genişletip duruyor. Cevat’ın bahçesine yanaştığı zaman harp çıkıyor resmen, Cevat köyünden getirdiği hısım akrabayı hemen toplayıp Hulusi’nin yolunu kesiyor, evi taşlandığı zaman Hulusi’nin evini taşlıyor, çıngar çıktıkça çıkıyor. Hulusi diş geçiremeyeceğini anlayınca diğer yönlere doğru genişliyor, bazı komşularını çirkefliğiyle yıldırıp ana yolu bile ele geçirmeye çalışıyor da mahallelinin isyanıyla duruyor nihayet. Bunu galiba Brezilya da yapmış zamanında, ülke sınırlarını kıçım kıçım genişletmiş de Uruguay’dan toprak çarpmış, yanlış hatırlamıyorsam Galeano anlatıyordu. Çarpıcı Hulusi toprak namına ele geçireceği bir şey kalmayınca dükkâna göz dikiyor bu kez, Cevat’ın bin zorlukla açtığı ekmek teknesini patlatıyor bir kez, bütün malları kaldırıyor. Aile nöbet tutmaya başlıyor sonra, Nihat o nöbet günlerini iyi hatırlıyor çünkü bakkal açılana kadar durumlar çok kötü, okuyamıyor Nihat ve pek başarılı olduğu okuldan atılıyor, o günleri tekrar yaşamak istemiyorsa dükkâna mukayyet olmalı.

Bir diğer mevzu da eğitim seviyesiyle gecekondulardaki yaşamın kafa kafaya tokuşması. Nihat’ın annesine göre okumanın sonu apartmanlarda yaşamak, aileyi unutmak ve “şeerli garı” almak. Okuyan çocuk evdeki işlere koşulmaz, laf dinlemez, işe yaramaz kısacası. Nihat’ın kardeşi Şevket’in üzerine yapılan dükkân bu yüzden Nihat’a sıkıntı çıkaracak artık, okuyup öğretmen olan Nihat ek gelir için defter düzenlerken annesinin ve kardeşinin sürekli etrafında dolandığını fark ederek onlar için üzülüyor, en yakınlarına bile güvenleri yok. Şevket’in yediği herzeleri yedi mahalle duymuş, çocuk dağları devireceğini kanıtlamış, yine de annesinin sözünden çıkmadığı için iyi olan o, Nihat yaban artık. Basbayağı dışlanıyor, annesinin soktuğu laflara kızsa da olup biteni anladığı için üzülmüyor da baldızının çektiği işkenceye şahit oldukça aklı çıkacak gibi oluyor, annesi nasıl müsaade edebilir gelininin dayak yemesine? Şevket vurdukça annesi seviniyor, gelinin bir yanlışı yoksa da dayak iyidir, insanı zinde tutar anneye göre. Nihat çocukluğunda babasının annesini köyde öldüresiye dövdüğünü hatırlıyor oysa, o annesiyle bu annesi aynı kişi olamaz. Kırsaldaki aile dinamikleri kente aynen taşındığı için göç de bir şey değiştirmiyor oysa, söz dinlemesi gereken insanın arada bir sopa yemesi lazım. Ateş bu konuyla ilgili oldukça geniş bir pencere açıyor okura, metinlerinin en iyi özelliği bu.

Ateş’i ilk kez okuyacaklar için iyi bir tercih, onun dışında, işte, söylediğim gibi.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!