Colson Whitehead – Nickel Çocukları

60’lı yıllardaki bir olimpiyatta iki siyahi atlet madalya töreninde sağ yumruklarını havaya kaldırıyorlar, üçüncü olan beyaz atletle de önceden konuşup eylemlerine destek olmasını istiyorlar, efsanevi bir kare çıkıyor ortaya. Üç yumruk havada. Sonrasında üçünün de spor yaşamları bitirilmiş tabii, lisansları ellerinden alınmış, ağır bir bedel ödemişler ama ırk ayrımcılığına aparkütü yapıştırmışlar. Kameraların önünde Muhammed Ali’den Malcolm X’e kadar pek çok mücadeleciyi gördük, arkada neler döndüğünü sinema ve edebiyat anlattı. NASA’da çalışan kadınların yaşadıkları, doktor olmaya çalışan ama ırk ayrımına maruz kalan parlak beyinler, yazarlığını güç bela duyurabilenler, kullandığı arabanın çalıntı olduğu şüphesiyle -“zencilerin otomobili olmaz” diye bir Güney şarkısı varsa şaşmam- tutuklananlar, Klan’ın bastığı çiftlikler, öldürdüğü insanlar, korkunç hikâyeler çıkıyor karşımıza. Metindeki esas oğlan Elwood Curtis bu olayların yaşandığı, protest seslerin giderek yükseldiği bir zamanda, Florida’nın başkenti Tallahassee’de yaşayan kendi halinde bir çocuk. Biraz bön ama öğrenmeyi çok seviyor, 1962 Noel’inde aldığı Martin Luther King plağını döndüre döndüre dinliyor. Bu plak karakter değişiminin merkezini oluşturacak sonlara doğru, King’in inen yumruğu sevgiyle savuşturma görüşüne katılmayacak El, kötülüğün bu şekilde ortadan kalkmayacağını anlayacak. King’i aynı sebeple eleştiren Malcolm X’in adı hiç geçmiyor ama düşünsel anlamda varlığı somut. Muhammed Ali de Cassius Clay olarak bir yerde geçiyor sadece, yerleri öpmek üzere olan bir zenci olarak. Neyse, gerçi El şiddet eylemlerine girişmiyor hiç, kendi halinde bir çocuk o, başına gelen talihsizlikten sonra düştüğü ıslahevi-okul karışımı bir yerden kurtulmayı düşünüyor yalnız. Öncesinde Büyükanne Harriet’la yaşıyor, annesi kimseye haber vermeden kirişi kırınca temkinli ninesinin direktifleriyle yaşamaya başlıyor El, okulda dersleri çok iyi, ninesiyle birlikte Richmond Oteli’nde temizlik işlerini yürütüyor. Otelin maskotu gibi bir şey, tabak yıkama yarışmalarında hep birinci geliyor, bir süreliğine keyifli bir yaşam sürüyor. Sonrasında çalışanlar daha iyi işlere girince kadro değişiyor, yeni gelenler çocuğu kullanmaya başlıyorlar. El bir tabak yıkama yarışmasında kazandığı, biri hariç ciltlerinin tamamı boş bir ansiklopedi takımı ve kırık bir kalple bırakıyor işi, Marconi’nin Tütün ve Sigara Dükkânı’nda çalışmaya başlıyor. İhtiyar Marconi tatlı bir İtalyan, siyahilerle İtalyanlar arasındaki temkinli ilişki Marconi’nin El’i çok sevmesinden yumuşuyor biraz, tabii Harriet’ı hiçbir şey yumuşatmıyor, ailenin erkeklerinin başına gelen felaketlerden sonra insanlarla arasına mesafe koyuyor, bazen aşırıya kaçan bir güvenlik duvarı oluştursa da El’in iyi olduğu alanlarda gelişmesini destekliyor. Biraz King’in fikirlerinden ötürü, biraz da mizacı gereği haksızlığa karşı sessiz duramıyor El, dükkândan şekerleme aşıran çocuklara -ufak tefek hırsızlıkları alışverişin sürmesi için bir nevi yatırım olarak gören Marconi’nin aksine- çıkışıyor, sonucunda mahallede sopa yiyor ama yaşamı boyunca hatırlayacağı bir ders alıyor böylece: herkesin görmezden geldiği bir yanlış düzeltilmelidir. Doğrucu Davut’a dönüşmüyor ama bilinçleniyor işte, o sıralarda artan protesto gösterilerine ilgi göstermeye başlıyor, aktivist bir öğretmeninin zihnini açmasına izin veriyor, mücadeleye hazırlanıyor böylece. Aynı öğretmen üniversitedeki açık derslere katılması için El’i yönlendiriyor, ders günü gelince çocuk sevinçle yola çıkıyor, bir süre yürüdükten sonra otostop çekiyor ve çalıntı olduğu söylenen arabayı durduran polislerce yakalanıyor. Üçüncü bölümde Nickel günleri başlayacak, ilk bölümde yakınlarındaki araziden bir sürü kemiğin çıkarıldığını gördüğümüz eğitim kurumu çocukların ara sıra ortadan kaybolduğu, çocuklar için depolanan yiyeceklerin satıldığı korkunç bir yer. El’in kırk yıl sonra ara sıra internetten bulduğu bilgilere göre buradan kurtulan çocuklar siteler kurup çektikleri eziyeti anlatmaya başlamışlar, arkeoloji öğrencilerinin yaptıkları kazı sonucu ortaya çıkan kemiklerden sonra mevzu iyice ayyuka çıkmış. Biz Nickel’ın “parlak” günlerine gidiyoruz üçüncü bölümde. İkinci bölümde El’in karakter gelişimini yeterince gördük, bir şahsiyet duygusu geliştirdi ve Nickel’a hazırlandı bir anlamda.

Whitehead gerçek olaylardan yola çıkarak kurgulamış Nickel’ı, böyle bir kurum varmış gerçekten. Şaşırtıcı değil, toplumdan dışlanan insanların devlet kurumlarında yaşadıkları pek çok anlatının vs. konusu olmuştur, nice işkencelerden kurtulan insanların hikâyelerini dinlemişizdir. Bu metni farklı kılan şey siyahi çocukların aralarındaki ilişkiyi -muhtemelen günlüklere vs. dayanarak- son derece gerçekçi bir şekilde ele alması, karakterlerin detaylandırılmasının büyük etkisi var bunda. El’in ilk edindiği arkadaşlardan biri olan Turner’ın El hakkındaki düşünceleri örneğin, El’in haksızlıkları yazdığı mektubu denetçilere vermeyip doğrudan idareye götürmesi ve finaldeki büyük kurgu numarasının merkezinde bulunması Turner’ı esas çocuk haline getiriyor bir noktada. El’in düşünceleri ilk bölümden itibaren tek bir kırılma noktasıyla değişiyor, diğer yanağını çevirmenin yanlış olduğunu düşünerek mektubunu okulu denetleyen müfettişlere ulaştırmaya çalışıyor ama Turner’ın ihanetiyle karşılaşıyor. Yahuda’nın durumuna benzer bir durum, Turner eğer yakalanırlarsa diğer çocuklara ve kendisine yapılacaklardan korktuğu için satıyor arkadaşını ve El’in dayak yemesine, hücrede hapsedilmesine yol açıyor. Sonrasında yine kendisi ortaya çıkıyor kurtarıcı olarak, o da değişiyor ve kaçma planını devreye sokuyor. İki arkadaş dağ bayır dolanıyorlar, sonra “trick” ortaya çıkıyor, geçiyorum burayı.

Anlatı zaman çizgisinde ileri geri gidiyor sürekli, El’in ailesinin yaşadığı facialardan Nickel’ın acımasız ortamına ani geçişlerle bağlanıyoruz. Karakterler başarılı ama ayrıntı bir yerde uç veriyor, çocuklar arasında düzenlenen bir boks maçında, aksiyonun ortasında hakemin “düzgün bir adam” olduğundan, milleti pataklamayı bırakıp sadece karısını pataklamaya başlamasından bahsediliyor kısaca, çapak gibi gözüküyor bu. Zamanın gerçek yaşamdakine koşut, kurguda gerçekmiş gibi algılanabilen akışının bilinçli bir şekilde sürdürüldüğü bölümlerde olaya odaklanmışken karakterin detaylandırılmasını görmek pek hoş değil. Diğer yandan Nickel’daki olaylar ve çocukların tepkileri iyi bir metin çıkarıyor ortaya. Siyahlar ve beyazlar olmak üzere iki bölüme ayrılmış Nickel’da iki grup arasında iletişim var, çıkar ilişkileri üzerinden dönse de dışarıda kanın gövdeyi götürdüğü bir ortamda böyle bir iletişimin kurulmuş olması bile başlı başına önemli. Zehirlenme olayı var bir de, El’in ve Turner’ın dahil olduğu tayfa bir yerden zehir buluyor ve başlarındaki tiplerden kimi zehirlemek istediklerini düşünüyorlar. Herkes bir isim söylüyor, hayaller kuruluyor ve en sonunda başlar sallanıyor, kimseyi zehirlememeye karar veriyorlar. İçlerinden biri kafasına eseni yapıyor ama çocukların birleşip ortak bir karara varabilmiş olmaları, can almamaya meyletmeleri de önemli. Boks maçında siyahi çocuğun yere düşeceği raundu karıştırması yüzünden müdürün bahis şebekesini berbat etmesi yüzünden öldürülmesi acı bir olay, yıllar sonra kemikler ortaya çıkınca yapılan işkenceler de ortaya çıkıyor. Dağ gibi çocuğun sopalanarak öldürülmesine kimsenin ses çıkarmaması anlatının esas meselesi olarak görülebilir, ailesinin ilgilenmediği çocukların ortadan kaybolmasına, yapılan onca haksızlığa tepki göstermek insanlık borcu. Ruh kırılmamışsa, sisteme uyum sağlanmamışsa tabii.

İyi metin, Whitehead de iyi yazar ama Pulitzer’ı kazanması… Bilemiyorum, diğer metinleri de görmeden bir şey dememeli gerçi. Moonlight‘ın Oscar’ı kazandığı zamanki gibi hissediyorum. Her türlü okunası tabii, ABD’nin yakın tarihinden ders çıkarılası bir kesit sunuyor.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!