Mühim eleştirmenlerimizden Konur Ertop’a zehir zemberek laflarla çıkışan Adalet Ağaoğlu’nun röportajını hatırlıyorum, Ağaoğlu demediğini bırakmıyordu. Cahil midir Ertop bilmem, edebiyattan zerre anlamadığına diyecek bir şey yok zaten, Ağaoğlu ne kadar sinirlenmişse artık. Neyse, bu kitapta Ertop’un çeşitli zamanlarda yaptığı konuşmaların metinleri yer alıyor, iyi toplam. “Başlarken” kısmında türlerin tarihî gelişimlerini ele alma alışkanlığının örneği var, “söylev ustası” olarak bilinen H. S. Tanrıöver’in bu becerisini Türk Ocakları’nda geliştirdiğini, Ömer Naci’yle Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın da İkinci Meşrutiyet’in coşkulu ortamını beslediğini öğreniyoruz, Ertop bu zincirin son halkalarından biri olarak konumlandırıyor kendini. Ele aldığı dergilerin, metinlerin, yazarların ortak noktası: “Okur, bu ciltte yeni edebiyatımızın büyük temsilcileriyle karşılaşacaktır. Akılcı, laik, halkçı yapıtlarıyla toplum ve insan gerçeğimize nasıl tanıklık ettiklerini, ülkemizin koşullarını bu ilkeler doğrultusunda nasıl değiştirmeye çabaladıklarını görecektir.” (s. 8) Kerteriz bu, ilk yazı “Kadro Dergisinin Edebiyat Anlayışı”. Atatürk malum altılıya gönderdiği bir yazıda “Türk ulusuna özgü bir yol ve yöntemin ülkede kurulmasına ve gelişmesine hizmet ettiklerini” söylemiş, Vedat Nedim Tör’e göre ulusun sınıflaşmasına meydan vermeden ileri teknikli bir iktisada kavuşmak için çabalıyorlar. Edebiyatın toplumsal bir amacının olması, amacın da devrim çizgisinde olması önemli, Yakup Kadri kendi edebi serüveninin Fecriati’yle başladığını, ulusal felaketlere şahit oldukça sanatın şahsi ve muhterem olamayacağını anladığını, nihayetinde sanat eserinin sanatçıdan önce toplumun malı olduğunu söyleyip Dadaizm’e, Sürrealizm’e ve Baudelaire’e çatıyor. Artık 19. yüzyıl Paris’inden sahneler önemli değil, yeni insanda yepyeni duyarlılıklar doğduktan sonra toplumu öne almak gerek, bu düşünceyle Ahmet Haşim’e “gerçeklerden kaçan Türk aydınının en tipik sanatçısı” damgasının vurulması makul, Nâzım Hikmet’in yüceltilmesi de. Gerçi aşırı öznellik ve soyutluk bir eleştiri olarak yöneltiliyor ama Nâzım Hikmet yine de çoğu şairden daha kıymetli. 17 Ağustos 1934’te Moskova’da toplanan edebiyat kurultayındaki konuşmasında Yakup Kadri çağdaş devrimci edebiyatla ilgili görüşlerini öne sürmüş, devrimin emrine alınan sanatçının ortaya hiçbir şey çıkaramadığını, “özgürlük verilse de verilmese de” sanatçının ideal eseri üretmesi için zamana ihtiyacının olduğunu belirtmiş. “Sovyet modelinin bir taklidi olmayan” Türk modeli böyle: özgürlük veriliyor ama verilmiyor, sanatçı her türlü şeyi çıkarıyor ama korkuyla onurlandırılıyor. Kadro‘nun ideolojisi sanatın hayrına değil kısacası.
Cevdet Kudret’e saygılar. Ertop’a göre yeni kaynakları sürekli tarıyor Kudret, eskileri bulup çıkarıyor, yazdığı metinleri elde ettiği bulgularla güncelleyip bilgi boşluklarını kapatıyor. Eleştirmekten çekinmiyor, Çingeneler ve Yeşil Gece‘yi “abartılmış değerler” olarak gördüğünü, Sinekli Bakkal‘ıysa “mistik” ve “gerici” bulduğunu belirtiyor. “Han Duvarları”nın kaynaklarını bulup çıkarması da önemli, Fevzi Lütfi ve Refik Halid’in yazılarından ilham alan bu şiirin yanına Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar”ından doğan Bir Tereddüdün Romanı‘ndaki sahneyi de koyabiliriz.
Ömer Asım Aksoy’un dil hassasiyetiyle ilgili yazıda yine tarihçe çıkarıyor Ertop, dil hatalarının peşine düşenleri sayıyor. “Belagatçiler” adıyla tanınan topluluktan Hacı İbrahim Efendi yeni edebiyatın temsilcilerinin metinlerindeki yanlışları çat çat söylüyormuş, örneğin Abdülhak Hamit’in kullandığı “şebabet” sözcüğü hatalıymış çünkü “şebab” sözcüğü öyle kullanılamazmış, Recaizade Ekrem’in “icap eder” tümcesi yanlışmış çünkü bu tümce “bir şeyi vacip ve lazım kılar” demekmiş, doğrusu “lazım gelir” olmalıymış. Bu eleştirilerin yerini Millî Edebiyat akımıyla birlikte Türkçeye yönelen dikkatler almış, Ömer Seyfettin’in “yarın arifeydi” tümcesi eleştirilmiş mesela, sonrasında “Ahfeş” takma adıyla yazan Nurullah Ataç herkese ateş etmeye başlamış. Fethi Naci’nin yorumu: “‘Ataç’ın yazılarını bizim büyük bir ilgiyle izlememizin asıl nedeni, bu ülkede bir düzyazı dili kurulurken Ataç’ın gerçekten önemli çabalarının farkında oluşumuzdu. Gerek Türkçenin yabancı sözcüklerden arındırılmasında, gerek düzyazı cümle yapısının konuşma dilinin cümle yapısından yararlanmasında Ataç’ın katkıları unutulmayacak kadar büyüktür.’” (s. 29) Ömer Asım Aksoy bu geleneği sürdürür, dil yanlışlarını belirleyip metinlerine koyar.
Nâzım Hikmet, Melih Cevdet Anday, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Orhan Veli Kanık’la ilgili upuzun konuşmalar yapmış Ertop, faydalı. Sait Faik’in öykülerindeki İstanbul’u anlatıyor, İstanbul’un semtleriyle Adalar olmak üzere iki gruba ayırdığı mekanları öykülerden alıntılarla inceliyor. Aynı şekilde Necati Cumalı’nın şiirlerindeki Urla’yı da değerlendiriyor ama yazarın öykülerini ve romanlarını unutmuyor, anlatılan alanın Ege’nin içlerine dek genişlediğini söylüyor Ertop. Tütünle ilgili üçleme romanın geçtiği yerler var, bunun yanında DP’nin çiftçiyi nasıl üttüğü de romandaki haliyle Ertop’un incelediği bir başka mevzu. İlginç bir bilgiyle geçeyim Cumalı’yı: “Nihat kasabayı bırakarak gidecek, Perihan yalnız kalacaktır taşrada… Ancak romancının dostları, kızı kasabada tek başına bırakamazsın, diye baskı yapınca yapıt şimdiki biçimiyle sonuçlanır.” (s. 156)
Vedat Günyol’u pek severim, Ertop da seviyormuş. Günyol’un dergiciliği bir başlıkta, insancıllığı diğer başlıkta, şöyle genişçe bir övgü. Güç birliğini iyi kurmuş Günyol, vefalı dostlar edinmiş de çıkardığı dergileri belli bir seviyenin üzerinde tutabilmiş. Şeyi de biliyorum, Günyol ev almak yerine parasını dergi çıkarmaya yatırmış hep, bu yüzden kirada otururmuş. Neyse, eleştirilerine gelelim, Günyol gerçekçilik ve toplumculuk seviyesine göre kıymet biçermiş eserlere, Hüseyin Rahmi’yi beğenir, toplumcu gerçekçi yazarları daha bir beğenirmiş. Sert yargılarından ikisi: “hurafe saltanatı kurmak isteyen” Matmazel Noralya’nın Koltuğu akıl düşmanı bir metin, Bozkırdaki Çekirdek‘le ilgili yorumu doğrudan alayım: “‘Köy Enstitülerinin gelişimini yakından izlemek fırsatını bulmuş ve bay (Tahir) Alangu’nun etkisinde kalmamış olsaydı, Köy Enstitülerinin parsasını yine köy çocuklarının topladığını görür ve bu güzelim kurumlara yabancılaşan biri varsa, onun da bay Alangu gibi, bir yılı aşkın bir süre çalıştığı bir Enstitüden, bir sabah herkes uykudayken, tasını tarağını toplayıp uzaklaşmak zorunda kalan ve bu yüzden Köy Enstitülerinin amansız düşmanı kesilen bir kimse olduğunu anlardı Kemal Tahir.’” (s. 190) Şurada bir açıklama, ilgilisi atlasın. Haksızlık yaptığında düzeltmeyi bilirmiş Günyol, Haldun Taner’in bir kitabıyla ilgili yazdığı eleştiriye otuz dört yıl sonra “biraz ölçüsüz, hatta insafsız bir eleştiri” demiş, Taner’in dünya görüşü üzerinden metni eleştirmemek gerektiğini söylemiş. Abdülhak Şinasi Hisar’la da ilgili benzer bir durum, aynı tarife.
Salâh Birsel’in günlükleri ve diğer metinleriyle ilgili sıkı yazıyı geçiyorum, Yaşar Kemal ve destan geleneğine geliyorum. Cemil Meriç’in eleştirdiği kadar godurdama yokmuş Kemal’in metinlerinde, sadece destan formunda yazılmamış o metinler, modernin izleri apaçık ortadaymış. Çukurova’nın köylüleri söylence söyler, halk hikâyeleri kuşatır çocuğu, sekiz yaşındaki Yaşar Kemal zehri oradan kapar da yazmaya başlar, hikâye bu. Üç metinle ilgili yorumlar son olsun, önce Peride Celal’in “otofiksiyon”u Kurtlar var, bu metinde isimleriyle yer alan karakterlerin yanında yine önemli ama isimleri verilmeyen yazarların kim olduklarını açıklıyor Ertop, meraklısı baksın bir. Talip Apaydın’ın köy sevdasıyla ilgili -bence- aşırı beğenili yazıyı aşırı öznelliğiyle ciddiye almak pek mümkün değil, Ertop köy yazarlarını müthiş parlatıyor. Tahsin Yücel’i övdüğü yazı iyi ama, Peygamber’in halleri içeriden hem iğneyi hem çuvaldızı saplıyor bir güzel. Son olamadı, Nazlı Eray’ı da katıyorum ve uçuk kaçık metinlerin hem alkışlandığına hem de hunharca yerildiğine dair malumatı açmadan bırakıyorum. Ellerden öper bu kitap.
Cevap yaz