Michel Pastoureau – Mavi, Bir Rengin Tarihi

Buğday, pamuk, kahve, mavi, maşrapa, nefret derken tarihi yüz iki yerinden yakalama çabası ne hoştur, ekonomiden psikolojiye pek çok alana uğranabilir böylece, disiplinler arasında teke zortlatması döndürülebilir. Pek istifade eder insan böyle araştırmalardan, neyin neyle tokuştuğunu görür, zamansallığın etkisini ayrımsar, laps diye çağdan çağa atlayıp bağlantıları kurar. Dünyayı biraz daha iyi anlar yani, şeylerin neden şey olduğunu ve başka bir şey olmadığını çakar, şak diye aydınlanır. Pastoureau açtı ışığı mesela, mavinin tarihindeki dönüm noktalarını gösterdi, iyi oldu. “Renk, doğal bir fenomen olmadığı gibi her çözümlemeye değilse bile, her genellemeye direnen karmaşık bir kültürel yapıdır. Birçok güç sorun ortaya koyar. Bu konudaki ciddi çalışmaların az olmasının ve incelemesini tarihsel bir perspektifte ihtiyatla ve sağduyulu bir şekilde tasarlayanların daha da nadir bulunmasının nedeni kuşkusuz budur.” (s. 7) Meydanı nörobiyolojik bilgiye bırakan tarihçilere biraz kızıyor Pastoureau, toplumsallık incelenmezse sırf bilişsel yapıyla aydınlanacak kadar kısıtlı bir alan olmadığından mutlaka eksik, yetersiz kalan çalışmalar yapılacaktır. Da, bu tür çalışmaların tarihi ele geçirdiğinden mi, araştırmaları engellediğinden mi bahsediyor yazar, emin olamıyorum çünkü ketleyici bir metodolojiyle yaklaşmıyor ki nörobiyoloji, renklerin kafada nasıl neyi ne yaptığını falan, öyle şeyleri inceliyor. Ha, tarih tamamlayıcılığını yerine getirmemiştir, daha fazla veriyle daha yetkin araştırmalara yol açmayı savsaklamıştır, o tamam da. Neyse yani, Pastoureau üç zorluktan bahsediyor bu konuyla ilgili, belgesel nitelikteki güçlükler bizden önceki toplumların bizimkinden daha farklı ışıklarla yaşamasından ötürü belgelere şüpheyle yaklaşılması gerektiğini gösteriyor, metodolojik güçlükler inceleme şemalarının hazırlanması sırasındaki ince elemenin zorluklarından, epistemolojik güçlükler güncel renk tanımıyla eskilerin renk tanımları arasındaki farkın belirsizliğinden pörtlüyor, hele sırf resim ya da sanat araştırmalarıyla sınırlanan çalışmalar indirgeyici bir bakış açısıyla küçücük alanlara sıkıştırıyor rengi. Oysa renk nedir, gözümüzü gönlümüzü açan en müstesna ışık latilokumudur, öyle tuval muval palet falan çok az bir bölümünü taşıyabilir, içerebilir. Renk dediğimiz şey duygudur, durumdur, iktidardır, sınıftır, kıyafettir, kimyadır, ne bileyim, yüz tür bileşenin sonucudur. “Gerçekte mavinin tarihi, gerçek bir tarihsel sorun ortaya koyar: Bu renk, antikçağ halkları için pek önemli değildir; dahası Romalılar için nahoş ve değersizleştiricidir: Barbarların rengidir. Oysa mavi, yeşil ve kırmızının çok ötesinde, bugün, tüm Avrupalıların en sevdiği renktir. O halde, yüzyıllar boyunca değerler tamamen altüst olmuştur. Bu kitap, bu altüst oluş üzerinde durmaktadır.” (s. 12) İstatistiklere göre bugün en sevilen renk mavi, bir zamanlar esamisi okunmuyordu, süper bir seyir. Mağara resimlerinde yok, kırmızı ve sarının egemenliği kesin. Mavi o kadar yok ki Antik Çağ’da görülüp görülmediği sorgulanmış bir dönem, oysa toplumsal ve simgesel rolünün zayıflığı bir yana Neolitik Çağ’dan Orta Çağ’ın ortasına kadar görülebiliyor. Sonrasında mavi rengi veren kimyasalların tokuşturulmasıdır, boyama teknolojisinin gelişmesidir, fışkırıyor resmen. Başta kırmızı ve beyaz var, Roma’nın da öncesinde Hint-Avrupa toplumları baskın bir şekilde kullanmış kırmızıyı, beyazın elde edilmesi zaten kolay, bir de siyahı koyalım, bu üç renk Orta Çağ’ın ortasına kadar renk üzerine kurulu temsil sistemlerinin merkezinde yer almış. Yunanlar ve Romalılar mavi rengi çok az kullanmalarına rağmen Germenler, Keltler, kısacası barbar denen halklar çivitotundan elde ettikleri indigotin sayesinde “uygar” dünyanın ötesinde konumlanmışlar, mavinin rağbet görmemesini bu duruma bağlayabiliriz zira Pastoureau’nun filolojik açıklamalarından da görülebileceği üzere mavinin çağrıştırdığı anlamlar pek hoş değil o dönem. Zamansallığın taşıdığı anlamlara bakarsak, yani bakıyorum, yine mest oluyorum çünkü bilişsel yapımızın nasıl geliştiğini görebiliyorum, şöyle ki Antik Yunancada maviyi belirtmek için en sık kullanılan sözcükler glaukos ve kyaneos, ikincisi bir cevheri veya metali belirtiyor da kaynağı anlaşılamıyor uzun zaman, daha doğrusu tam olarak hangi rengi simgelediği bilinemiyor. Buradan rengin “duygusu”na ulaşıyoruz, rengin kendisine değil: arkaik dönemde bir rengi tam olarak çerçevelemekten ziyade o rengin ışıkla birlikte taşıdığı duygusal anlamlar önemli, mesela kyaneos şöyle: “Homeros döneminde, gözlerin açık mavisi kadar bir yas giysisinin siyahını da niteler, ama asla göğün mavisini ya da denizin mavisini nitelemez. Bununla birlikte, Homeros’un İlyada‘sında ve Odysseia‘sında, doğayı ve manzarayı niteleyen altmış sıfattan yalnızca üçünün renk niteleyen sıfatlar olduğu saptanmıştır; buna karşın, ışığı çağrıştıran terimlerin sayısı son derece fazladır. Klasik çağda, kyaneos koyu bir rengi belirtir: Kuşkusuz koyu maviyi, ama aynı zamanda moru, siyahı, kahverengiyi.” (s. 28) Buradan türeyen tartışma dikkate değer, acaba Homeros’un zamanında insanlar renkleri tam olarak, tamlıktan kasıt bizim algıladığımız gibi algılayabiliyorlar mıydı? Bir tarafın iddiası teknik ve entelektüel gelişmelerle birlikte renklerin süper algılanabildiği, diğer tarafınsa nörobiyolojik taklalar olmadığı sürece hiçbir şeyin değişmediği. Pastoureau tamamen sözcük dağarcığına ve ideolojiye bakmak gerektiğini söylüyor, sorun biyolojiye indirgenmemeli.

Felsefenin fizik ve biyolojiyle iç içe olduğu dönemlerden itibaren kafa yorulmuş renklere, hani insan dünyayı “içeriden dışarıya” mı yoksa “dışarıdan içeriye” mi görüyor, renk fenomenini oluşturan ögeler neler, Aristoteles başta olmak üzere pek çok düşünür eşelemiş mevzuyu, Arapların bulguları mevzuyu biraz aydınlatmış, sonuçta kabaca da olsa renkler konusunda birtakım ayrımlara gidilmiş. Barbarların mavisi Merovenj zamanından itibaren kumaşlarda görülmeye başlamış, Karolenj zamanında Romalıların âdetleri öne çıkmış da kırmızıyla beyaz öncelik kazanmış, mavi sadece köylülerle aşağı tabakadan kişilerce giyilmiş 12. yüzyıla kadar. Kiliselerde mavi yok, saraylarda yok, bir şey olup da -sanatçılardan biri boya bulamadığı için mavi kullandı da eseri beğenildi mi, neyse artık- minyatürlerde mavinin kullanılmasıyla öne çıkmaya başlamış. Göklerin, Bakire Meryem’in, kralların rengi geliyor, kimsenin sallamadığı renk hiyerarşiye oturuyor yavaş yavaş, haliyle yine çatışmalara yol açıyor. Işık teolojik açıdan aşırı mühim, Tanrı’nın tezahürü olarak görülüyor, renkler eğer ışıksa bu durumda kutsal, yoksa insanlığın kutsallığa kattığı basit bir hile, hangisinin doğru olduğuna karar vermek için savaş da çıkabilirdi ama çatışmalar o kadar büyümemiş de mavi bir tarafın zorlamasıyla kendine yer bulabilmiş. İki tarikat arasındaki çatışmanın dile nasıl yansıdığını görelim: “On ikinci yüzyılda, konumları egemen konum olmasa da bu papazlar sayıca nispeten fazladır. Rengi reddedişlerini, Aziz Bernard gibi, Latince color sözcüğünü, celare, saklamak fiili ailesine bağlayan bir etimolojiye dayandırırlar: Renk, saklayan, görünmez hale getiren, yanıltandır. Ondan sakınmak gerekir. O halde, on ikinci yüzyılda, bir kilisede keşişlerin ya da müminlerin görüşüne sunulan (ya da sunulmayan) renkler, bizzat yüksek rütbeli bir papazın ya da bir ilahiyatçının renk tanımına bağlı olabilir. Sonraki yüzyılda böyle olmayacaktır.” (s. 52) Nedir, mavi Meryem kültünün etkisiyle hemen aristokratik bir nitelik kazanır, ailelerin armalarına girer, söylencelere dalar, Arthur’un maceralarında kişilerin özelliklerini belirtir, kısacası sanatçısından çiftçisine ulaşmadığı insan kalmaz. “Kraliyet mavisi” diye bir olguya da yol açar ki yankısı günümüze kadar uzanacak, ihtilallerden komünlere pek çok olayın ve yapının sembolü olarak anlamlarını çağların ötesine zortlatacaktır. Müziktir, dövmedir, çoğu şeydir mavi. Huydur falan. Saadettir. Fazilettir.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!