Emin Özdemir – Düşüncenin Canı

Hocamızdır, kıymetli bir edebiyat emekçisidir, ne yazık ki kalıplarına sıkı sıkıya da bağlıdır Özdemir. Şiir inceliyor diyelim, iki ekseni kendince belirler, sözcükleri bu eksenlere kendince yerleştirir. İyi de eder ama şiirin istatistiğini çıkarır anca, sözcük tercihlerini listeler, imgeyle yaşam arasındaki koşutluğu sabitler, bitti. Bu kadar. İnci Enginün’ün roman tahlillerini hatırlıyorum, Özdemir o kadarını yapmıyor da tasniften öteye geçen bir incelemesine rastlamak zor. Aşırı yoruma kaçsın demiyorum, mesnedi sürüklenen yorumlara kaçsın, zıtlıklara başvursun, taraf tutsun ve sonra diğer tarafı tutsun, şiirden taşsın, teorinin aşırı güvenli alanından çıksın. İster şu deli gönül, olmadı, Özdemir’in görgüsünce bakacağız metinlere. Sistematik çözümlemeyi sevenler için cenneti sunuyor, o başka. “Sırtımızla Okuma”da Nabokov’un iki kürek kemiğinin arasındaki tüyler ürpertici kımışma bahsinden giriyor Özdemir, o tür etkiyi yaratacak okuma alışkanlığının, yönteminin elde edilebilmesi için yapılacaklardan. “Güzelduyusal coşku”ya ermek için dil evrenine girmek, evrenin ögelerini alımlamak lazım, dilin fışfırıklığını da kapanıklığını da çözmeli. Yorumbilgisi, duyarlık, bir de kanepe lazım ki şöyle iyice bir uzanıp okumalı metni, tabii açık ve berrak bir kafa olmadan olmaz. Mehmet Kaplan’ı eleştiriyor bu konuda Özdemir ki Kaplan’ın metinlerinin hâlâ tedavülde olması akademinin rezilliği resmen. Melih Cevdet Anday’ın ideolojiyi öncelediğini söyleyen Kaplan’a: “Sanatsal ya da güzelduyusal yönlerine bakmıyor bile. Çünkü onun için yazınsal metin bildik yaşam dünyasıyla emişen, onu olduğu gibi yansıtmaya çalışan bir varlıktır. Kimileyin de bu yaklaşım salt biçimsel ve biçemsel renk kazanır. Birtakım sayısal verilere ulaşılır. Ancak her iki durumda da yazınsal metnin doğal bir nesne değil, içinde insan yüreğini barındıran, insan yaratısı olduğu gerçeği, göz ardı edilir.” (s. 18) Bize uzak mı sırtımızla okumak, ne bileyim, ne hissettiğimi bilmiyorum okurken de Özdemir’in bu tür bir okumayla tanışık olmadığımızı söylemesini anlıyorum. Onu da anlamıyorum gerçi, Kaplan yazılarında kalıplarla düşünüyor diye okurken sırtının kımışmadığını mı çıkarsamalıyım, burada neyle neyi kıyaslayacağımı anlamadım ama genel durum bu, pek bir şey anlamıyorum. Mesela okumaya nereden başlanacağını, nelerin okunacağını ele alıyor Özdemir, Antik Çağ’da işlerin nasıl döndüğünden, düşünürlerin birbirlerine önerdikleri kitaplardan bahsediyor, sonra Twain’in klasiklerle ilgili pek popüler yorumunu alıyor ortaya, vardığı sonuç okuma sevgisi uyandıran metinleri okumak. Kendimden pay biçiyorum ister istemez, sevgiyle ilgili miydi bu edim ya, bir aydır hiçbir şey okumuyorum ama sorun yok. Okumaya başladım, olumlu herhangi bir şey de yok. Patolojimi buna katmamalıyım sanıyorum, okurlar kitap okurken süper şeyler hissediyorlarsa kitap okumalılar tabii, süper şeyler hissettiren kitapları okumalılar. O kadar süper hissetmiyorlarsa başka kitaba geçsinler falan, kafalarına göre. “İster bireysel düzlemde, ister bireyselliği aşıp insanı, tüm insan kılma düzleminde olsun yazınsal ürünlerin işlevi insanı değiştirmesine bağlıdır büyük ölçüde. Bir şiir, bir roman, bir öykü ya da bir oyun nasıl değiştirir insanı?” (s. 24) Valla romanların empati yetisini fişeklemesi araştırmalarla kanıtlanmış, şiir de beynin şu hayal meyalle ilgili lobuna basıyordur dopingi herhalde, bütün bunların gerçekleşebilmesi için okurun idrak kapasitesi önemli. “İletişim gerçekleşmiyorsa” okur metinden hiçbir şey alamayacaktır, tamam da bu iletişim ne ola? Anlamı olduğu gibi anladığımız zaman anlamın anlamını anlamdan çıkaramıyorsak sırf anladığımızdan teselli mi bulacağız, bilmiyorum, bunun için mi okuyoruz veya sanat sepetle uğraşıyoruz, onu da bilmiyorum. Patoloji. Sözcük örgülerine gidiyoruz, Özdemir pek sevdiği Birsel’den örnekler vererek sözcüklerin itilip çekilmesinin yarattığı zenginliği anlatıyor. Uzak ve yakın çağrışımlar anlamın art bölgelerine gönderiyormuş okuru, Birsel bir yerde “fişfiriklemek” gibi bir şey diyorsa anlamalıyız ki nadiren duyduğumuz, muhtemelen üfürülmüş sözcükler ele alınanı dandikleştirmek için. Sözcüğün anlamı metnin ötesinden berisinden çıkabilir yani, doğrudan bir anlam iletimine lüzum yok. Bu doğru, iyi, bu olmasa dilimiz fakirdi. Tamam, alacağımızı aldık ama Özdemir şiirden de patlatmak istiyor bir örnek, Hilmi Yavuz’un dizelerine yer verip “feyyaz” ve “yaz” sözcüklerinden aldığı desteği koyuyor metnin sonuna. Enflasyon yüksek, yazılar uzunca, şişik yani. Ders kitabındaki bölümlere çalan denemeler de var, “Özanlatı ya da Biçem” bir metnin dilinin yaldızlı veya dümdüz olup olmamasının okurdaki karşılığını ararken şairleri ve yazarları dili kündeye alıp almamaları üzerinden yorumluyor, kanımca verdiği örneklerden bir temel çıkıyor ama vardığı nokta o kadar da mutlak değil. “Herkes, daha doğrusu yazma eylemi içinde bulunanların tümü, sözcüklere dil çöktürebilir mi? Üstesinden kolayca gelinecek bir iş değildir bu. Bir kez içinde solunan dilin bütün girdisini çıktısını çok iyi tanımayı gerektirir. Dilin olanak ve yeteneklerini tanımayan bir yazar ya da ozanın önünde diz çökmez sözcükler. Bu yüzden de onların sıradan kullanımlarıyla yetinmek zorunda kalır. Sözcüklerin sıradanlığını aşamayan, onlara yeni anlam katları yükleyemeyen bir sanatçı, özgünlüğe ulaşamaz, kendindenliğini kuramaz, özgünlükten, kendindenlikten yoksun kişilerin terimsel anlamıyla özanlatıları da yoktur.” (s. 35) Bu bana uçuk geliyor biraz, dilin plastisitesini kadim bir cam ustası gibi maharetle falan göremeyen nice özgün yazar vardır yani, dilin sağlayacağı özgünlük baş üstüne de bu kadar değil. Herkes de yapamaz yani öyle plastik plastik işler, herkes haddince yazsın. Ben diz çöktürmemeyi tercih ediyorum mesela, her canlıya duyduğum gibi sözcüklere de büyük saygı duyuyorum. Gerçi Özdemir’in kaygısı farklı, başka bir denemesinde değindiği üzere birtakım yazarlar ortaya çıkıp kapalı kapalı yazmakta, “Ben kapalılıkla yoğururum anlamı kardeşim, anlamıyorsan kalın kafalısın,” deyip okuru rencide etmektedirler, bunlar neçe yazarlardır, bu neçe edebiyattır? Anlamsızlığa varmamalıdır bu kapalılık, anahtarları taşın altına koymalıdır da okuru içeri girip ortalığı düzenlemekle görevlendirmelidir. Yoksa önünü alamayız bunun, herkes saçma saçma yazarsa edebiyat kimlerin eline kalır, üstelik bunlar kimi usta yazarların kapısını aşındırmakta, onlardan icazet alıp istedikleri gibi at koşturmaktadırlar, olmaz böyle. Hani en fazla, Özdemir’in verdiği örneğe dayanarak söylüyorum, Ferit Edgü’nün 101 çeşit bakışı olmalı metinlerde, maksat anlaşılır olmalı. Evet. Derslerden yana sıkıntı yok ama, anlatıcı türlerini hoş örneklerle aktarıyor Özdemir, “sen anlatıcı” dediği gevezeyi Sibel K. Türker’in bir öyküsünden çıkarıp koyuyor yazıya ki günceli takip ettiğini gösteriyor bu, çok iyi. Latife Tekin’in ikinci metnini ilkiyle kıyaslayarak anlattığı yazı da oldukça iyi, masala yaslanmaca eleştirmeye gelen bir sorun ki sonradan kendi yolunu da bırakıyor Tekin, Gece Dersleri‘yle viran eyliyor kalıbını.

“Şiirin Tanıklığı”yla bitireyim, ideal okurun ideal isteklerini haklı bulan Özdemir sanatçının yaşamıyla eseri arasındaki yakınlığın pek hoş, pek kutlu olduğunu söylüyor. Neye bağlıyor bunu, hani çok sevdiğimiz şiirlerin şairiyle bir gün tanışır da leş bir insan olduğuna karar verirsek şiirler de leşleşir. Valla şiire özgürlük, şaire özgürlük, sanatçıya özgürlük, metne özgürlük, kimseyi metninden tanıyamayacağımız gibi kimse de sırf metniyle tanınmak istemez zannediyorum. Elde metin varken yazarıyla ne yapacağımı da bilemiyorum, trendeki yabancılar gibi zaman geçirip ayrılamıyor muyuz? Metinle tabii, yazarla ne işim olacak.

Kesmedi beni, bu işlere yeni giren okurlara şiddetle tavsiye ederim. Nezihe Meriç’in incelendiği yazı kapsamlı, dil magnifikliğini anlatan hoş bir yazıydı, ekleyip bitirdim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!