Aysel Özakın – Kanal Boyu

Almanya’dan Türk manzaraları. Kürt de manzaraları, kimlik pek öne çıkarılmasa da işçi sınıfının ortak dertlerinden bir derleme diyeyim, belgesel öyküler. Duyguya boğulmuş sahnelerden acılara koşacağız, topluma entegre olamamış göçmenlerin yalnızlıklarından hüzünler zortlatacağız, dil inceliğiyle biçim işçiliği aramazsak tamam. Özakın’ın Alnında Mavi Kuşlar‘ı, Sessiz Bir Dayanışma‘sı, iyiydi, Gurbet Yavrum‘u şahaneydi de böyle kötü öyküler nereden çıktı anlamadım, karakterlerin hallerinden çok öykülerin düşüklüğüne üzüldüm, patlattım bir Refik Halid de kendime geldim. “Berlin’in Esmer Çocukları” keyif kaçırdı daha en baştan, anlatıcı bir çocuğu takip ediyor, gözden kaçırmamaya çalışıyor. Etrafta Almanlar gitar çalıp şarkılar söylüyorlar, bira içip çörek yiyorlar, birbirlerinin boyalı yüzlerini öpüyorlar, hippilerin eğlencesini izleyen kirli blucinli, bol kazaklı, başörtülü bir kız var, yoksul bir kadın gibi giyinmiş, tepinen gençlere bakıp gülümsüyor. “Onu, en çok onu anlamak istiyorum. Yabancı bir işçinin başörtülü küçük kızının karışık dünyasına girmek istiyorum.” (s. 7) Anlama çabası yok, kuru bir takip sade. Kendisi gibi esmer çocukları buluyor kız, onların oyuncaklarıyla oynamaya başlıyor, seyrettiği gençler gibi yüzünü boyatıyor. Anlatıcı teşne oluyor hemen, kızın geldiği acılı toplumun bir parçası o da, ürkek ve kapalı bir topluluğun insanı. “Gittim, küçük kızın elinden tuttum. Alnını okşadım. Çok utandı benden. Yüzü kızardı. Türkçe konuştuğum için çok utandı benden. Yüzünü boyadığı için, Alman çocukları gibi oynadığı için onu azarlayacağımı sanıyordu belki. Buradaki sarışın genç insanların onu azarlamayacağını biliyordu ama annesi, teyzesi, babası gibi Türkçe konuşanlar böyle davrandığı için azarlayabilirlerdi onu.” (s. 9) Ahiret sorularıyla kızı darlar anlatıcı, bir de öyle anlamaya çalışır, başka türlü de anlamaya çalışır ama kendini göze soktuğu için bir süredir dans eden kızı ürkütüp kaçırır, karın serpiştirdiğini ve akşamın çöktüğünü söyleyerek bitirir hikâyesini. Ortada kuru bir dramdan başka anlatılacak şey olmayınca öykü de akşamın çökmesiyle bitiyor tabii, rüzgârın saçları savurmasıyla, yağan bir şeyle. Bu açıdan “Olanaklar Aşılabilir mi?” daha bir öykü de bunlar nasıl isimler yahu, Özakın gözlerimize niye bir şeyler sokmaya çalışıyor bilmem. Meyhanede sıcak bir ortam var, birkaç karakter üzerinden alt sınıfın uğraşlarına değiniliyor. “Ev işgalcileri ellerindeki kumbaralarla gelip para toplayıp gidiyorlardı. Dergiler, broşürler satılıyor, duyurular dağıtılıyordu.” (s. 14) Örgütler iyi çalışıyor, uyandırma servisi icraatta. Doris Lessing’in İyi Terörist‘i geldi aklıma, işgalcilerin yaşamlarını gösteren sıkı bir roman. İşte, Roland da geliyor mekana, tekerlekli sandalyesinde yaşam dolu bir adam. Roland’ın düşüncelerine dair tahminler sıralanıyor, kadın karakterlerden birinin Roland’a ilgisi gösteriliyor, sonra bu iki karakter birbirlerinin sigarasını yakıyor ve yan yana geliyorlar, Roland kadının yanındaki boş sandalyeyi tek eliyle kaldırıp tekerlekli sandalyesini yanaştırıyor masaya. Başlar önde, sessizlik. Eh, asgari öykü, iyi. “Berlin’de mi Yaşlanacağım?” daha da öykü, gittikçe kusursuz küreye benziyor öyküler. Bunda anlatıcının geçmişiyle şimdisi arasındaki uçurumu aşamayacağını anladığı ânın üzüntüsü, iki zaman diliminden sahneler, sevilenlerden ayrı düşmenin biçimleri var, Büyükada’dan Almanya’ya gelen mektupla birlikte parça parça beliriyor. Anlatıcı elinde Büyükada’yı tutuyormuş gibi bakıyor mektuba, hemen geçmişe gidip kış aylarındaki yalnızlığa değiniyor ki Almanya’daki yalnızlığa arka olsun. Ekim ayının başında gemiler yazlıkçıları şehre taşıyor, beyaz ışıkların vedası adadakilere terk edildiklerini hissettiriyor. Sisli havalarda kalkmayan gemilerle Berlin’deki güneşsizlik arasında bir bağ hemen, meteoroloji yirmi yıllık uzaklık demek. Anlatıcının mektubu elinde tuttuğu kısımlarda Almanya’dayız, görüntüler Büyükada’ya ait, ikisi arasında gidip geliyoruz sık sık. Melike’nin söylediğine göre Danay ölmüş, anlatıcının en yakın komşusu, bir anlamda kader arkadaşı. Berlin’den bir kart bile atmamış ona, yazıklanıyor, yaşlı annesi ve hasta kocasına bakan kadının yanında olduğunu hissettirmeliydi. Eski okul arkadaşları Yunanistan’a taşınmış Donay’ın, Fransız okulunda edebiyatı, kitapları sevmesinden midir nedir, gitmemiş ama Türkçeyi de öğrenmemiş. Anlatıcı biraz yakınıyor, belki milliyetçi duygular Donay’da da yeşerdiği için uzaklık aşılamıyor sanki. Dil meselesini Almanya’ya yerleşip Almanca öğrenmeyen göçmenlere bağlayalım, Hacı Baba’nın Rum evlerine çökmesini işgalcilerin eylemleriyle bir düşünemeyiz çünkü mevzu bambaşka. Yaşama küsen Danay’ın yakın arkadaşı Madam Lili’yle birlikte yaşlanmalarından kendine pay çıkarıyor anlatıcı: “Türkiye’den çıktım. Büyükada’dan uzaklaştım. Baskı büyük bir yer sarsıntısı gibi ürküntü veriyordu. Danay ve Madam Lili Büyükada’da yaşadılar. Ya ben? Ben acaba Berlin’de mi yaşlanacağım? Berlin’de mi? Büyükada’da güneşin ısıttığı mavi iskemlelerde oturup kitap okumaya alışmış bir insan için Berlin’de yaşamak ne demektir?” (s. 25) Büyükada hayalleriyle bitiyor öykü, Danay küçük porselen kapta güzel kokulu portakal reçelini uzatıyor, anlatıcı Berlin’den bir kart atamadığı için bağışlanma diliyor. İyi öykü, tertemiz, gerçekten hüzünlü.

“Hamburg’dan Sonra?” yine bir çocuğu emelleri için kullanan anlatıcının ürünü. Bu kez mekan tren istasyonu, anlatıcı Almanca bilmediği için aile babası arıyor, hani şöyle çocuklarını etrafına toplamış, eşi yanında, derdini anlatacak kadar Almanca bilen bir adam çözecek meseleyi. On dört yaşlarında bir çocuğa takıyor kancayı, Türkçe konuşan insanların karşısında boynunu eğen çocuklardan biri bu, Hüseyin. Okuldan eve dönerken canı dondurma çekmiş, almak için istasyona gelmiş, anlatıcı bıraksa biraz oyalanıp evine gidecek ama anlatıcının ricasını geri çeviremiyor, bir saat kadar dolaşacaklar orada. O sıra Orhan Kemal’in şu tornada çalışan çocuğu anlattı öyküye dönüşüyor Özakın’ın öyküsü, hayatlar bambaşka ama anlatım, akış birebir. Maraş’tan gelmiş Hüseyin, abisini vurmuşlar, evi yakmışlar, büyük abisi Almanya’ya işçi olarak çok önceden gelmiş de onun vasıtasıyla kaçabilmişler memleketten. “Hüseyin’in kolunu bırakıyorum. Ne kadar yaşlı bir çocuk Hüseyin! Hayatını sanki gizli duygularla bir düzene sokmuş.” (s. 29) Değişimi göstermesi açısından önemli bir detay şu kol, anlatıcı basbayağı taciz ediyor, bırakmıyor çocuğu bir türlü, böyle de okunabilir. Hüseyin garibim sesini çıkaramaz, anlatıcının sorduğu sorulara robot gibi cevap verir: okuldan çıkınca derneğe gidip bilimsel kitaplar okumayı sever, mezun olunca tamircilik yapmayı hayal eder, araba almak hayattaki en büyük isteğidir. Gurbet kuşu bir oğlanın basit yaşamı, klişeden yıkılıyor.

“Bir Kadın Heykeli” aslında Habib Bektaş’ın Meyhane Dedikleri adlı metninin öyküleşmiş hali sanki, çok yakın metinler. Avrupa’nın yoksul ülkelerinden gelmiş insanlar meyhanede toplanmışlar, güzel bir hayata dair umutlara geçmişin yıkıntıları karışıyor, sabaha karşı mavi ışıklar meyhaneye girene kadar insan manzaraları. “Yusuf” kasabalı bir oğlanla okumuş etmiş diğerinin arkadaşlığı, bambaşka insanlar olsalar da birbirlerinden aldıkları memleket havasına şükür. Farklı sebepler yüzünden kaçmışlar ülkeden, birbirlerini bulmuşlar, teselli. “Bir Küçük Burjuvanın Acıları II” adından kelli, burjuvaziye ayak uydurmaya çalışan Selma’nın afrası tafrası, Almanlara ayak uydurma çabası. Elleriyle yaptığı yemeğe Yunan yemeği dendiği zaman tepesi atıyor ama, bastırmaya çalıştığı milliyetçilik hiç ummadığı bir yerden pörtleyiveriyor. Öykü bitmiyor yalnız, havada kalıyor, o patlama derleyip toparlayan, sonu çağıran bir patlama değil, nokta olamayacak bir işaret.

Çoğu tamamlanmamış öyküler var bu kitapta, yarımlık amaçlanmadığı için rahatsız edici. Bir iki öykünün hatırına okunur yine de, Alamancıların ne yapıp ne ettiğini merak eden kaçırmasın, sonra gidip Emine Sevgi Özdamar okusun.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!