Bahar Dervişcemaloğlu – Çözülemeyen Bulmaca: Anlatıcı Üzerine Tartışmalar

Dervişcemaloğlu birtakım muammalarla ilgili Batı’da dönen tartışmaları özetliyor, kurmacanın bam telini gerip boşaltan görüşlerin nasıl çakıştığını anlatıyor. Anlatıcı nedir, nerelerde bulunur veya bulunur mu, bulunan anlatıcı mıdır, anlatı nedir, yazar öldü mü, ölmediyse aslında hangi ideolojinin hışmına uğradı, dirildiyse metinle ilişkisi yenilendi mi, bu işler Platon’a, Aristoteles’e, Henry James’e göre nasıl işlerdi, bize gelince nasıl işler, metinlerin çarklarını çevirmek için illa bir veya birkaç anlatıcı mı lazım, anlatıcısız metin olur mu, bunun gibi pek çok sorunun cevabını bu kitapta bulabilirsiniz ve buldukça yavaşlasanız iyi olur, anlatıcının opsiyonel olduğunu savunan düşünürlerin yer aldığı ikinci bölümde teorileri takip etmek zorlaşacak. Gerek sentaktik gerek semantik anlamda beliren veya silinen anlatıcının varlığına Doğu ve Batı edebiyatının anlatıcı geleneği icabı kolayca koşullandığımız için anlatıcısız anlatının dilbilimsel ispatını idrak etmek kolay olmayabilir. Dervişcemaloğlu mevzuya giriş niteliği taşıyan bu metninde araştırmacıların verdiği örnekleri ansa da pek azına yer veriyor, fikirlerin sınanma biçimlerini görmek için kaynakçadaki kitapları eşelemek gerek, bir zahmet.

Defoe’nun metinlerinin zamanında çıkardığı şamata malum ki 20. yüzyılda dahi Moll Flanders‘ın kurgu olup olmadığı tartışılmış, mesele hâlâ su götürür. Anlatıcının kimliği ve konumuyla alakalı belirsizliğin ortadan kalkması gerekiyordu, 19. yüzyılda dört başı mamur bir kurgusal anlatıcı icat edildi de Dervişcemaloğlu’nun deyişiyle yazar sessizleştirildi ve kurmaca metnin sorumluluğu gerçek yazardan kurgusal bir varlığa yüklendi. Anlatıcının metinle birlikte doğması uzun süre kabul gördükten sonra geçtiğimiz yüzyılın ortalarından itibaren dilbilim kökenli araştırmacıların tezleri anlatıcının tahtını sarsmaya başladı. Kurmaca anlatının bir bildirişim faaliyeti olup olmadığı, anlatıcının okurla girdiği diyalojik etkileşimin metin için temel teşkil edip etmediği masaya yatırıldı, anlaşıldığı üzere anlatıcının opsiyonel olduğunu iddia edenlerin savları çok kuvvetli, yapısalcılığın çaktığı kazık oynuyor. Barthes yazarı tanrılık mertebesinden indirmiş, kapitalist ideolojinin neferliğini elinden almıştı, zaten metin de bir nevi pastişti, şimdiyse gramatik görüşler öne çıkıyor ve yazar diriliyor. İlginç. Önce ilk bölüme, bildirişimsel anlatı teorisine bakalım, anlatıcının daima var olduğunu iddia edenlere. Platon “mimesis” ve “diegesis” biçimlerini öne sürdü, bu anlatım biçimlerine uygun türleri belirtti, kısacası her koşulda bir anlatıcının var olduğunu söyledi. Henry James ve Percy Lubbock “mimesis”i öne çıkararak göstermeye dayalı anlatımı parlattılar, anlatmayıp gösterme tatavasının kaynağı. Gerçi Genette bahsi geçen yazarların metinlerinde bu ayrıma dair bir şeye rastlamamış, Susan Ringler’a göre Wellek ve Warren tarafından ortaya atılmış bu. Anlatıcının rolü yavaş yavaş değişiyor bu süreçte, her şeyi bilmiyor da gösteriyor artık, “serbest dolaylı söylem” ve “iç monolog” gibi teknikler gelişiyor. Otoritesini yavaş yavaş kaybeden anlatıcının yerine karakterin veya karakterlerin bakış açısını koyan modernist edebiyat tekniğine merhaba. Dolaylı ve dolaysız anlatımla yazarın metne yaklaşımı belirleniyor, “sahneleme” yöntemi gerçekliği artırarak daha başarılı kurgular oluşmasını sağlıyor, dönemin araştırmacıları anlatıcının büründüğü farklı biçimleri inceliyorlar kısacası. Anlatıcının yazar değil de yazarın başkalaşmış hali olduğu söyleniyor, ardından okuyucuyla konuşanın aslında kim olduğu soruluyor, anlatıcının bildirişim kurmak için izlediği yolların belirlenmesi için birkaç madde sıralanıyor, mesela ne kadarını bilecek anlatıcı, her şeyi bileninden kamera vazifesi görenine dek kaç çeşidi varsa sayılıp dökülüyor, sistemleştiriliyor. Yapısalcılık makineye dönüştürüyor anlatıcımızı, hikâyeye doğrudan etki ettiği ve etmediği durumlar ayrıştırılıyor, tipolojiler çıkarılıyor. Genette anlatıcının anlatıya mesafesini üç biçimde inceliyor: anlatılan söz, dönüştürülerek aktarılmış söz (serbest dolaylı anlatı) ve dolaysız söz. Çok keskin ayrımlar bunlar, Genette’i eleştirenler kavramların arasına başka kavramlar sokarak geçişkenliği sağlamaya çalışıyorlar. Mary Louise Pratt bu kavramlaştırma seyrini sarsacak bir teoriyle çıkageliyor sonra, edebiyatın biricik bir dile sahip olmadığını, gündelik konuşma diliyle arasındaki ortaklıklara odaklanarak bağlam temelli bir inceleme anlayışı geliştirmek gerektiğini söylüyor. Pratt’in fikirlerine başvurduğu toplumdilbilimci William Labov’a göre bu dil ayrımı yapısal farklılığa değil, sosyoekonomik nedenlere dayanıyor. “Yani roman okurken, okuyucular, doğal anlatılardan bekledikleri şeylerin çoğunu, romandan da beklemektedir. Biçimsel ve işlevsel olarak birbirine fazlasıyla benzeyen doğal anlatılar ile edebî anlatılar, anlatıcı açısından da benzerlik arz etmektedir. Pratt, ‘tutarlılık, kronoloji, nedensellik, ön plana çıkarma, inandırıcılık, ayrıntıların seçimi, zaman, bakış açısı, duygusal yoğunluk’ gibi meselelerin hem doğal hem de edebî anlatıların anlatıcıları için geçerli olduğunu, hatta bu meselelerin çözümünün sözlü söylemde mevcut olduğunu, dolayısıyla bunların sözlü söylemden yazılı söyleme adapte edilerek rahatlıkla çözülebileceğini belirtmiştir.” (s. 78) Yapısalcılar ve biçimciler “mesaj”a odaklanırlarken Labov’un bağlam merkezli yaklaşımının hareket noktası “konuşmacı”, “dinleyici” ve “bağlam”, Pratt tarafların konumlarını belirlemiş ve edebî niteliğin kaynağını değiştirmiş oluyor böylece. Ardılları anlatıcının ağırlık merkezini değiştirirken diğer tarafta bambaşka bir ekol çıkıyor ortaya, anlatıcının pek de şey olmadığını belirtiyor. Savları kısalta kısalta kuşa çevireceğim, Dervişcemaloğlu’nun uzun açıklamaları gayet tatmin edici, meraklısı kitabı edinip okumalı.

Kate Hamburger fitili ateşliyor, “gerçek olmayanın tecrübe edilmesi”ni mantıksal ve dilsel yapıya bağlıyor. Edebiyatın fenomenolojisi. Hamburger’a göre “özne-nesne ilişkisine dayanan ifade” ile “bir işlev olarak değerlendirilebilecek kurgusal anlatma” arasında gözden kaçan fark yüzünden anlatıcının gerçek konumu gözden kaçırılmaktadır, aslında anlatıcının rolü fazlasıyla abartılmıştır, aslında anlatıcı sadece bir vasıta olarak görülmelidir. Dilin ifade sistemiyle kurmacanın kendine has yapısının ayrımı bize “Ben”i verir de anlatıcıyı vermez. Emile Benveniste tarihî anlatılarda, Dervişcemaloğlu’nun hatırlattığı üzere üçüncü şahıs anlatılarında anlatıcının var olmadığını, olayların geçmişte nasılsa öyle ortaya çıktığını söyler. İki araştırmacının iddiaları belli anlatılarda kullanılan zaman kiplerinin özneyle uyuşmazlığına dayanır, zamirin tarihî anlatıda yer alamayacağı malum, almalı vermeli yapı ortaya çıkmaz, söylem konuşmacıyı ve dinleyiciyi varsayarken tarihî anlatı böyle bir zorunluluğa gerek duymaz. Anlatıcının hangi koşullarda ortaya çıkmayabileceği yavaş yavaş belirleniyor, S.Y. Kuroda’ya göre anlatıcı diğer kurgusal varlıklar gibi ontolojik olmayabilir, bütün karakterlerin zihnine giren bir bilinç öznesidir mesela. Dilin objektif işlevinin ve bildirişimsel işlevden farkı “elma” sözcüğünün yarattığı imajla verdiği anlam arasındaki farktır, bildirişim olmadan da elmayı elma olarak alıyorsak elmanın elma olduğunu anlatan bir anlatıcıya gerek yoktur. “Anlatıcısız anlatma”. Ann Banfield dilin anlatımsal işlevinin ve öznelliğinin anlatıda bildirişimden bağımsız olarak ortaya çıktığını savunur. Dolaysız ve dolaylı söz temelinde şunları söyler: “Dolaysız söz her şeyden önce anlatım ve bildirişimdir. Öte yandan dolaylı sözün altındaki cümlede aktarılan düşünce her zaman içeriğe indirgenir; yani ne bildirişim ne de anlatımdır, ikisi de değildir. İşte edebî anlatının dili, eşsiz bir söz ve düşünce aktarım biçimi yaratır; bu da bizim bildirişimden bağımsız bir anlatım tesis etmemize imkân tanır.” (s. 159) Bu görüşleri derleyip toparlayan Sylvie Patron noktayı koyar: anlatıcı ile dinleyici/okuyucu arasındaki ilişki kurgusal anlatıların sadece bir alt kategorisinde ortaya çıkar, tamamı kapsamaz. Patron görüşlerini deneysel, anti-mimetik, postmodern metinleri inceleyerek oluşturup alternatif bir anlayış sunar, nihayetinde yazar gömüldüğü yerden çıkarılır ve niyeti incelenir, kimin konuştuğunu sorana kimsenin konuşmadığı söylenir, anlatıcının opsiyonel olduğunu düşünenler tuttukları kuramları besleyip geliştirirler.

Dergâh’ın inceleme serisini pek beğeniyorum, bu metinden canavar gibi istifade ettim. Tavsiye ederim. Dervişcemaloğlu’na da teşekkür ederim, meselenin nerelere geldiğini iyi anlatmış. Ben davar gibi anlattım, lütfen kitabı alıp okuyun.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!