Mehmet Coral – Bizans’ta Kayıp Zaman

Kapakta “Anı Roman”, önsözde “öykü” diyor Coral, ortaya karışık. “Geçmiş zamanların kalın sıvası üzerindeki çatlakların arasından, renkli mozaikler gibi gözüken Bizans İstanbul’una bakmak”, eh, kroniklerden çıkarılan bilgileri çok kötü bir kurguyla anlatınca olacak iş değil, karşımızda biraz daha renkli bir sıva var sadece. Diyaloglar korkunç, malumat yığmak için aparat adeta, indisi çıktısı yok hikâyelerin, dil namına ne olsun, tarih anlatısında olduğu kadar. Karakterler aşırı sorunlu, eminim o dönemin insanları araya argo sıkıştırıyorlardır konuşurken, diyaloglar tertemiz ilerlemiyordur, hocalık taslamazlar birbirlerine. Dönem metinlerinde pek az önemseniyor bu, günümüzden elli yıl öncesini anlatan metinler bile arızalı, zamansallığı sallayan yazar az. Başar Başarır bu konuda başarılı, Selma Fındıklı nostaljinin yılmaz bekçisi olarak gözetiyor, Bahri Vardarlılar iyi diye hatırlıyorum, Mümtaz Mehmet Tütüncü ince çalışmış romanında, daha da bilemedim şimdi. Neyse, POLİ’nin tarihini birkaç karakter üzerinden göreceğiz, bunlardan biri devrik imparatordur, biri pabucu dama atılmış generaldir, başkası Selçuklu heyetinden bir Arap mucittir, türlü insan. İlk öyküde Roma’nın ikiye bölünüşünden Bizans’ın piyasaya çıkışına bir seyir, son öyküde yeniçeriler mekânı basarken canını kurtarmaya çalışan komutanın topuklaması, baştan sona ne olduysa. Kronolojik. Latinlerin gelip ortalığı dağıtması da var Haçlı Seferleri sırasında, 1071’deki mağlubiyetten sonra tepetaklak edilen kralın başına gelenler de, kritik zamanların öyküleri ağırlıkta diyelim. Şu sonuncuyla başlayayım, eşi emsali görülmemiş bir orduyla gelen Mehmed şehre korku salmış, yine de zafere ulaşabileceklerini düşünüyorlar. 6000 kişiyi geçmeyen orduyla tutabildikleri kadar, Cenevizli Giovanni Longo Giustiniani 700 elit askeriyle gelmiş Nisan başında, İmparator Konstantinos’un önünde geçit töreni yapmış, umutlar yeşermiş ama gemiler bir gecede tepeleri aşınca umutlar sönmüş, Macar topları surlarda koca gedikler açmaya başlamış. Bir süre iyi savaşmış içeridekiler, kuşatma merdivenlerinden aşağı birtakım kızgın sıvılar dökerek karşılarındakileri de kızdırmışlar, sonra o meşhur kapının açık olduğunu gören yeniçeriler hücum edince işleri bitmiş. Giustiniani’yi kıyıya taşıyan Cenevizliler arazi olmaya çalışıyorlar, Konstantinos helal süt emmiş bir Hıristiyan arıyor ki kellesini kâfir Türk kesmesin, yeniçerilerin üstüne koşturup ortadan kayboluyor. Anlatıcımız koşuyor, gördüklerini anlatıyor. Tarih olmuş yapılar, Nuh’un gemisinden getirildiği düşünülen parçalarla yapılan kapılar, bir dünya Bizans teferruatı. En sonunda mızrağı yiyor, ölürken bile inanılmaz bir zihin açıklığı, tam bir vakanüvis. İstanbul’u kaybetmekle Balkan topraklarını kaybetmeyi kıyasladım kafamda, metrodan inmiştim, yürüdüğüm yerlerde dolanan Bizans askerlerini falan düşününce, Bostancı’da Bizans askerleri, savaşta yok da işte, Kosova’da Osmanlı askerleri, şiddeti ölçüye vurulmaz ama büyük travma ikisi de. Onca kuşatma, kaybettikten sonra geri aldıkları da var. Latinlere bir baskın, tamam, “Baskın Basanındır”. Karakterlerin adlarını tarihten bulup çıkarınız, ben X ve Y diyeceğim, bunlar kayzer ve yaver. Uzaktan izliyorlar bir zamanlar onların olan şehri, Latinlere lanet ediyorlar, bir de tuhaflığı fark ediyorlar: surlarda çok az nöbetçi var, pek ses gelmiyor ayrıca, hani şöyle bir yüklenseler alacaklar sanki. Yaver uyarıyor komutanını, o surları aşmak zor, zaten keşif yapmaya gelmişler sadece, baskın ne oluyor. Gözcü yolluyorlar, adam Latin ordusunun Venediklilerin gemileriyle Pontus’taki bir adayı zapt etmeye gittiğini, geride 500 kişilik bir garnizonun kaldığını söyleyince gözler parlıyor, nitelikli askerlerden bir baskın timi hazırda bekliyor zaten, dalıyorlar, Bizanslılar da evlerinden fırlayıp Latinleri pata küte indirmeye başlıyorlar, şehrin kapılarından birini açtıktan sonra iş bitiyor. Kralı öldürmüyorlar, biraz da tantana çıkarıyorlar ki bütün Bizans ordusunun geldiğini düşünsün Latinler, blöfü yesinler, defolup gitsinler. Aslında yemiyorlar ama kaybedecekleri çok şey var, kendi yaptıkları akıllarına gelince üstelik. Onun da öyküsü var, adamlar bütün rahibelere tecavüz ediyorlar, Ayasofya’ya neler neler, bir papazı sivrilttikleri haçın üzerine oturtuyorlar, akan kanla küfür kâfir şeyler yazıyorlar, sağ bırakmıyorlar yakaladıklarını, o kardinal külahı söyleminin altında dehşetten kan cortlatan olaylar var. Misal olsun diye bir alıntı şu, Coral’ın her öyküde sesi budur, karakterinden anlatıcısına herkesi böyle konuşturur, şaşmaz: “Sabahın ilk ışıklarıyla Augusteion’a ulaştılar. Strategopulos, sevinç çığlıkları atan askerlerine zafer sarhoşluğuna kapılmamalarını, henüz işin bitmediğini, anlattı. Ardından, toplanan tüm rehinelerin aşağıya Neorion Limanı’nın önüne indirilmelerini istedi. Latin donanması geri dönene kadar orada karargâh kuracaklardı. Rehineleri Aya Berberini Kilisesi’nin yakınındaki Venedik pazarında topladılar.” (s. 127) Günümüzde Fatih Camii ama bir zamanlar başka bir şey varmış orada, anlatıcı o yapıyı anlatıyor veya hikâyede geçiriyor bir şekilde, dipnotta yapıyla ilgili bilgi de verilmiş ama “Adana” çıkıyor mesela başka bir yerden, işler karışık.

Bir isyan ve bir çakılma öyküsüyle bitireyim. “Anemas İçin Bir Zindan” zamanın meşhur darbecisi Anemas’ın zindanda hikâyesini anlattığı öyküdür. Bu arada Anemas Zindanları yaklaşık yirmi yıldır tadilatta, bu yıl açılacağı söylenmiş ama yetişmedi herhalde, seneye açılırsa gideriz. Bu Anemas’ın ailesini Girit’ten sürmüş Bizanslılar, aile yemin etmiş Bizans’ı yıkmak için, Anemas’ın babası o sıra hızla yükselen Komnenos ailesiyle yakın dost olunca çocuklar da dost olmuşlar tabii, Anemas hızla yükselmiş ve planı için yancılar da bulmuş ama ihanete uğramış tabii, gözlerini dağlayıp zindana atmışlar. Zindanın kendi adıyla anılacağını biliyormuş, az kalsın başarılı olacakmış çünkü. İmparatorun kızının vasıtasıyla çıkıyor herhalde oradan, kardeşlerinin başına ne geldiğini bilmiyorum. Var böyle şeyler, başka bir darbe girişiminde imparatoriçe gaz veriyor da durdurtuyor isyanları, Hipodrom’daki bütün isyancıları kılıçtan geçirtiyor. Bu devlet yönetmek falan aşırı sakat iş, ben yönetsem kesin manyak olup milleti keserdim, sonra beni keserlerdi. İnsan yapamayacağı işlere girmemeli, bu yüzden imparatorluk yönetmiyorum. “Arabın Uçuşu”na bakarsak, uçmaya da çalışmıyorum. II. Kılıç Arslan bir zamanlar İmparator Manuel Komnenos’un konuğu olarak kentte bulunuyor, izzeti ikram, gösteriler, şenlikler, şehir ayakta. Bizans’ın ihtişamını göstermek için türlü oyunlar düzenleniyor, atlar koşuyor, birileri savaşıyor, Selçukluların katılacakları hiçbir gösteri olmadığı için iyice şımarıyor bu Bizanslılar, hükümdarı rahatsız etmeye başlıyorlar. Arap Ali çıkıyor piyasaya, çok güzel bir gösteri sunabileceğini söyleyip hazırlıklara başlıyor. Kasnağı dayanağı tamam, kumaş da var, kanatlarıyla küçük bir şov yapıyor. II. Kılıç Arslan temkinli, en azından bir iki prova yapmasını istiyor Ali’den ama numara açığa çıkacak öyle olursa, tartışmalar yapılıyor, nihayet provasız atlamasına karar veriyorlar Ali’nin. Ertesi gün Hipodrom’da yine gösteriler, ardından Selçukluların el yükselttiği haberi, millet merakla beklemeye başlıyor şu üşütük popoları. Ali çok yüksek bir sütunun üstüne çıkıyor, rüzgâr beklemeye başlıyor. Esinti çıktı, kanatları sallıyor ama kendini bırakacak kadar esmiyor, duruyor. İki üç kez böyle olduktan sonra halk tepki göstermeye başlıyor, Ali telaşlanıyor, rüzgâr yine yetersiz, halk daha da tepki gösterince Ali kellesinin derdine düşüyor artık, bırakıveriyor kendini. Bir iki kanat çırpıyor, ardından laks diye yapışıyor yere. Yapışmasa hükümdarı yapıştırırdı, ne demek hükümdarın önünde uçamamak, neçe bir devlet temsili. Ben devletimi temsil de etmem mesela bu yüzden, az önce çok ilkel beslendiğime dair bir uyarı aldım, zannediyorum beni babun olarak görmesinler diye öyle bir topun altına girmem.

Tarihten öyküler. Denk gelen, ilgilisi okusun.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!