Konsept öyküler, konsept kitap diyeceğim, sıkıntıdan biraz. Farklı bir iki öyküden sonra sürekli tekrarlanan anlatı yapısı yüzünden giz yok olunca karakterlerin geçmişleri, eylemleri de bir şey sunmuyor artık. Rumeli mi, Vardar’ın renkleri, Tuna’nın akışı, bezekli mendiller, türlü nesne. Köyde bırakılmış bir gençlik, oyalı tülbent, güldesteli bilmem ne, türlü nesne. Menevişli, mor şebboylu. “Benim anneannem o dertlerin niçin geldiğini bilmeden ufalmış gözlerini daha da kırpar kırpıştırır anlatırdı. ‘Aynı sevda gibidir o ağrı. Yer etti mi gitmek bilmez…’ derdi anneannem.” (s. 62) Yaşlıların kadim bilgeliği, aforizma föşkürmeleri, tabii o mağrur duruşun gerisinde bir çetrefil dağ, bir kırılmışlık ve ezilmişlik mutlaka vardır. Acılar çekilmiştir, erkekler türlü edepsizlik, hayvanlık yapmıştır, sessiz odalarda sabrıyla baş başa kalan kadınlar tarlada, evlerde çalışıp zamanın geçmesini beklemişlerdir. Gençler, yaşlılar, alayı sömürülmüştür, incelikle anlatılır, inceliği tutsun diye “suna duruş”, “ahengi kesen tel kopması”, şarkılardan şiirlerden de el alınır ama asıl bu derine, daha derine yığılan incelik doldurur öyküyü. Aşırı lirizm. Karakterlerin gösterdiği sabrın bir kısmını ben gösterdim kitaba karşı, bitince rahatladım. Far tutulan yerlerde çok zorlandım, gözümden beynime giren ışıklardan korunabildim yine: “‘Üzülme be anam…’ diyesim vardı. ‘Birçoğumuz harcamadık mı bedenimizi, beynimizi ve yüreğimizi bir sürü insan uğruna? Bastırdık içimizde kabaran denizi… Hep iyi, hep sağlıklı görünmeye çalıştık. Gerektiğinde dayanaklarımızı bile sakladık, zayıflığımızı çelimsizliğimizi kimse bilmesin diye. Yenilgiyi değil fakat gücümüzün tükendiği noktayı kabullenmek gerek.’” (s. 69) Belli belirsiz rızanın rahatsız ediciliği bir yana, dikiş izidir, öyküye eklendiği noktada göze görünür bu. İyi bir öyküde iplikler görünmez, malum, Çokum bu kitaptaki öykülerinde gözetmiyor pürüzsüzlüğü, dank diye açıyor karakteri. Anlatıcısı besbelli, karakterin dikkat edemeyeceği noktaları eşeliyor, çok uzaktan baktığı için mesafeyi bir anda azaltınca, karakterin zihnine girmeye çalışınca da uyuşmazlık çıkıyor ortaya. Ya tepeden bakan bir göz olarak belleyeceğiz ki onca meneviş kuneviş alayı edebî atağa dönecek ya da arıza deyip geçeceğiz. Geçtim, “Üvez Kadın”a geldim. Şimdi, kıyıda köşede bir başına kalmış, ailesinden ayrı düşmüş, derdi olan insanları anlatıyor öykülerinde Çokum, karakterler donuk, kısa bir zaman aralığında izliyoruz yapıp ettiklerini, geçmişlerine dönüyoruz sürekli, hikmetlerini bulup çıkarıyoruz, hüzünlerine gark oluyoruz falan, mevzu aşağı yukarı buyken Üvez’le eşi Durmuş’un köyden indim şehre modlarına biraz komedi karışıyor ama arkada öyle bir memleket tablosu çiziliyor ki günümüzün özetidir. Bambaşka bir yerden okuyorum, öykü Üvez’in kırsaldan kente gelip önce tutunması, ardından işine gücüne bakması aslında, eşini fişteklemesi bol bol. Özetle pek de ilginç olmayan bir hayatın hikâyesi yine. De: ezilmiştir, kaynanası kaynanalık yapmıştır, eşi Dursun da az sığır değildir ama Üvez’in rüyalarını öldürememişlerdir. Köşklere denk bir evde yaşayacak Üvez, evi reçine sakız kokacak, eski köy konakları gibi. Yirmi beş yıldır profesyonel köylüdür Üvez, kente göçeli yirmi beş yıl olmuştur ama köyünü de getirmiş, kente kondurmuştur. Komşu çocuklarına yüz vermez, sofralarına dadanan çıkar belki, bela olur. Köyden Üvez’in annesi Meryem’i getirip salça turşu yaptırırlar, güçlü bir kadın Meryem, “sessizliği öylesine çalılara ağaçlara denk”, bu ne demekse. Güzelleme diyorum genel olarak. Şalvarını çıkarmaz Üvez, kent âdetlerini zerre bilmez, ilgi duymadığı için öğrenmemiştir. Durmuş’un canına millettir, töreler gelenekler falan çok önemlidir onun için, şalvarlı eşine baktığında “yurtseverlik heyecanıyla dolar”? Buraya kadar can sıkıcı şeylerle karşılaştık, mesela ihtiyar anasını turşu yapsın diye kaldırıp köyünden getirmece var, sofraya çökerler diye misafir çağırmamak var. Bunlar bir yana, en güzeli Durmuş’un bağlantıları sayesinde vekilliğe oynayacak noktaya gelmesi, Üvez’in “şeerli garı” olmaya nihayet gönlünün yeşermesi. “Parti koşturmacası pek boşa gitmemişti. Desteklediği, propagandasını yaptığı adaylardan biri geçen seçimde bakan olmuştu ve o da bu sayede bazı işlerini yoluna koyabiliyordu. Zaten büyüklerinin sayesinde o da bir yerlere gelecekti sonunda. Ama şu birdenbire zengin olanlara, ordan burdan maden ocağı alıp işletenlere, borsalardan kazananlara aklı ermiyordu. Onlar gibi olamamıştı.” (s. 118) Sempatiye davet, Üvez’in zor yaşamından milletvekili garılığı çıkar demek ki, hak etti mi? Eh, o da ayaklarını uzatsın bir şöyle, değil mi, hem köyden çıkalı Durmuş da kendini geliştirmiş, işine yarayacak dostluklar kurmuş, particilikten yolunu bulmaya başlamıştır. Bir diyalogda geçiyor bunlar, öyle bir diyalog ki evlere şenlik, bu da başka. Başbakan, mebus falan, bunlardan olabilmek için ya sağlam kapı lazım ya da ABD’de filan çocuk okutmak, hemen çocuklarını oralarda okutma hayali kurmaya başlarlar. Durmuş rahattır, hele bir milletvekili olsun, ne kapılar açacaktır çocuklarına. Giderek daha derine düşüyorum bu arada okurken, yolunu bulanların zenginleşme hikâyesi aslında basbayağı, devletin malı deniz. İyi de, Üvez ağlıyor geceleri, hınk hınk yapıyor, belli ki bir şeye çok üzülüyor. Durmuş bir gece dayanamayıp soruyor, Üvez’in derdi çocuklar o kadar uzağa giderlerse özleşirler, birbirlerini ne sıklıkta görebilecekler, hem kazançları neyleri yetecek mi? Elbet, Durmuş da vergilerden cukkalasın biraz, çocuklarına ayırsın adamını bulup, burstu programdı bir şeye yamar da yallah yollar çocukları. Gerçekten de seçilir Durmuş, Üvez için artık “hanım olma” zamanı gelmiştir, turşu domates falan kovalamaz da “dırnaklarını fanfinofon ettirir”, keskin bir değişimle Üvez Hanım olmaya doğru yol almaya başlar. Korku öyküsü basbayağı. Kurnazlık, fırsatçılık, hemen her şey var. Çokum’un diğer karakterlerine yaklaşımını düşününce bunları nereye koyalım, yurdumuzun cefakâr insanları olarak görüp sevelim bari, güzel bir yaşam onların da hakkı. Anı-öykü var bir tane, Mahatma Gandhi övülüyor. Mesela Üvez’i düşününce neden övülüyor, kast sisteminin yergisiyle Üvez’in olumlanmasını tokuşturunca ortaya hoş şeyler çıkmıyor açıkçası. “Nizami ‘Enflasyon yüzde elli beş,’ demişti. ‘Liberal sisteme geçilince zengin zengin oldu fakirse fakir. Bizim dergâhımıza Müslümanlardan başka Hindu da gelir Sih de…” (s. 111) Üvez’le Durmuş’u zengin eden aynı sistem, onlar dergâhlarına kimseyi çağırmıyorlar üstelik. “Tarifsiz Bir Sesin Hikâyesi” var, İstanbul’un seslerinin, martıların, insanın açgözlülüğünün hikâyesi. Hikâye yerine deneme demek daha doğru belki, şehrin güzelliklerinin yanında insanların zorlu yaşamlarına yer verilen bir deneme. Eskiyi ayla vayla anan cinsten. “Bir zamanlar ay ışırdı, bülbül dem çekerdi, gam çekerdi şu gül bahçesinde; şu sarhoşların viranlığı arsada. Şimdi gün, kırık camlara, alkolü uçmuş donuk şişelere, atılmış plastik pabuçlara, yırtık pabuçlara doğuyor. Ben ilimle yönetilen gül kokulu şehirler düşlüyorum. Ve diyorum ki o ses yaprağını düşüren bir günü solgun sesidir. Gülün ve bülbülün yittikleri yerden gelen çığlıklarıdır.” (s. 73) Çok naif bir anlatıcı, gül kokulu ilimli şehirler güzel şaka. Dünyanın içinde türlü zulüm, haksızlık, kan zart zurt var, “kin tartıp öfke biçerek geçen ömürlere veyl” ayrıca, öyle bir anlatıcı ki günümüzden zerre haberi yok gibi görünüyor. Süper temennileri var, güllü bülbüllü bir şeyler, gönül bağları kopmasın diye çift düğüm atmayı biliyor. Yani Çokum’un öykücülüğü sona ermiş gibi görünüyor, en azından anakronik artık, günümüzün insanına hemen hiçbir şey vadetmiyor. Vadeden, vadetme niyetiyle yazanları takip ediyorum, Çokum’un metinleriyle ilgilenmeyi bu kitapla birlikte bırakıyorum.











Cevap yaz