Han Kang – Çocuk Geliyor

1980, Gwangju. Televizyonda isyancıların bastırılmaya çalışıldığı söyleniyor, ordu iş başında. Öğrencileri tepeleyen askerlerin kahramanlığıyla övünen Korelilerin sayısı gerçeği bilenlerden fazla, yandaş basının kaydettiği görüntüler gösteriliyor bir. Şehirde kıyamet kopuyor oysa, Donğho’yu/Çocuk’u takip ederek görüyoruz. Çocuk’u “sen” diliyle kuruyor anlatıcı, karakterin yalnızlığı başka türlü aktarılamaz. Çocuk anlatsa güvenemeyebiliriz, tepeden bakan bir dil acıyı tamamıyla anlatamayacak, o zaman sensin Çocuk. Küçük ağabeyi hemen eve gelmesini söylediğinde dinlemiyor, yapılacak çok iş var. Yağmur yağmasa iyi, hızla çoğalan bedenleri koyacak yer yok. Sabah otuz beden vardı, toplu anma töreninden sonra gömü işlemleri başlamalıydı ama teşhis edilemeyen ölülerin aileleri gelecek, sonra. Cinsu Ağabey, Insuk Abla, Soncu Abla ve diğerleri direnişin parçaları, hikâyelerini ilerleyen bölümlerde dinleyeceğiz. 2000’lere kadar uzanacak bir facia, 2013’te açık yaraya son kez bakacağız. Herkes insanlığından bir şeyler yitirecek, toplumsal travmanın izlerini karakterlerin işlerinde, eylemlerinde, yaşamlarında göreceğiz. 1980’den çıkamıyoruz henüz, Çocuk dipteki kızın çürüme hızına şaşıyor, kız yetişkin bir erkeğe benziyor artık, bedeni şiş. Akrabalarını arayanlar çarşafları kaldırıp yüzlere baktıkça Çocuk aklına kazınanlardan ve ceset kokusundan nasıl kurtulmalı? Arkadaşını aramaya gelmişti oraya, arkadaşının kardeşi de yanındaydı, ölülerin arasında bulamadılar. “Süngüyle kesilmiş boğazından küçük dili kıpkırmızı dışarıya sarkmış genç adamın yüzünü, formalı abla ıslak havluyla sildi. Gencin hafif aralık gözlerini eliyle bastırarak kapattıktan sonra havluyu kovadaki suda durulayarak iyice sıktı. Kanlı su kovanın dışına sıçradı.” (s. 13) Yardım eder miydi Çocuk, ederdi. O iki kızla ekipti artık Insuk lise üçüncü sınıf öğrencisi, Çocuk ortanın ilkinde. Ölülerin yakınları ağlıyorlar, kulakları pamukla tıkayıp kanlı kıyafetleri değiştiriyorlar. Akşam olunca sıkıyönetim askerlerince vurulan insanlar araçlarla getiriliyor, durmadan dışarı fırlayan yarı saydam iç organları ölünün karnına geri sokuyor Insuk, oditoryumdan çıkıp kusuyor. Soncu maskenin üzerinden burun kemiğine bastırıyor. Durumun korkunçluğu dolaysız bir anlatımla gösterilebilir, gösteriliyor. Kayıtsız şartsız teslim olmayacaklar, silahlarını teslim etmeyecekler, zorlu götürülen yüzlerce kişinin serbest bırakılmasını istiyorlar. Konuşmalar yapılıyor, ölen kardeşler gözlerini açmış direnenleri izliyorlar, oysa ruhların bedeni yok. Yağmur başlıyor, konuşmacıya göre ruhların gözyaşları, Çocuk ruhların gözyaşlarının soğuk olduğunu düşünüyor. Ruhlar her yanı basıyor, Insuk’un omzuna hafifçe dokunması Çocuk’u korkutuyor, oysa ruhların elleri olmaz. İnsanlar giderek ruhlara dönüşüyorlar, askerlerin saldırıya geçeceği söylenince herkesin ruha dönüşme tehlikesi doğuyor. Halk ordusunun elinde Kore Savaşı’ndan kalma tüfekler var, adil bir karşılaşma olmayacak. Anlatıcı da adil değil, okuru kurmacanın güzelliği uğruna yanlış yönlendirebiliyor, meğer Çocuk’un arkadaşının kardeşi Conğde böğründen vurulmuş da düşmüş, Çocuk vurulmuş rolü yaparak kurtulmuş o katliamdan. İlk bölüm olayların kalbini anlatıyor kısaca, Conğde’nin ve ablası Conğmi’nin kiracı olduklarını görüyoruz, Çocuk’un evindeki bir odayı kiralamışlar, birlikte yaşıyorlar. Huzurlu günlerden acı bir anımsayışa: Conğmi Abla’ya benzeyen bir ceset vardı, benzer pilili etek ve beden özellikleri. Emin olunamaz, yüz dağılmış. Herkes ölüden farksız. Çocuk yaşananlar için kimseyi affetmeyecek, kendini bile.

İkinci bölüm Conğde’nin gözünden, ruhundan daha doğrusu. Bedenler çaprazlamasına üst üste yığılmış, çocuğun ruhu hâlâ bedenine bağlı olduğu için her şeyi görebiliyor. Etrafta kendisi gibi pek çok ruhun olduğunu biliyor ama iletişim kuramıyor, herkes kendi ölümünü ölüyor. Seziyorlar gerçi, bir ruh Conğde’yi düşünüyor, birbirlerini düşünüyorlar ve bir şekilde dokunuyorlar, hepsi bu. “Sen benimle birlikteydin, değil mi? Sopa benzeri soğuk bir şey böğrüme birden indirilene kadar. Ben bezden oyuncak gibi yere kapaklanana kadar. Asfaltı parçalarcasına güçlü ayak sesleri ve kulak zarımı yırtan silah patlamaları arasında kollarımı iki yana açana kadar. Böğrümden fışkıran sıcak kanın omzumda ve ensemde yayılışını hissedene kadar. Sen benimle birlikteydin, o zamana kadar…” (s. 39) Ablasının ruhu da bir yerlerde dolanıyordur, askerler toplu mezarlardan birine atmışlardır bedenini, çocuk nereden bulacak? Zaman göğü lacivertten maviye açıyor, ruhlar dokunup gidiyorlar, çocuk neden öldürüldüğünü soruyor askerlere, bir sebebi var mıydı? Bedenlerin yüksek kulesi daha da yükselirken üzerindeki ruhların ağırlığı da artıyor. Daha fazla anıya tutunmalı, varlığı buna bağlı. Ablası taze patatesleri buğuda pişirir, Conğde bahçede Çocuk’la birlikte oynar, karpuz ağızda şeker gibi dağılır, dere kenarında bisiklete binilir, bir kıza sarılmak dünyanın en büyük gizemidir. Askerler gelip benzin bidonlarını boşaltırlar sonra, kuru bir çalıyı verip ateşe, önce kanlı kıyafetler yanar. Kemikler ortaya çıkınca nihayet özgürdür ruhlar, Conğde nereye gitmelinin cevabını bulamaz. Onu öldürenlere. Ablasına. Çocuk’un yanına, son karar. Tam o sırada uzaklarda binlerce patlama, dünya tepetaklak, şaşkın ruhların bedenlerden kaçışını işitir Conğde, tam o anda Çocuk’un öldüğünü hisseder. Şafağın altında yere çöker ruh, yakını ölen ruhların çoğu ve ölenler gibi.

1985, Insuk. Yedi tokat yer, her tokat için küçük bir bölüm. Yedinci tokadı unutamaz, ilkini aşması zordur. Yayınevinde çalışıyor Insuk, sansürlenen bir dosyayla ilgili sorguya çekildiğinde olur her şey. Normal birine benzemektedir karşısındaki, sokaktan geçen bir insan, düz. Bir şey beklenmeyecek, herkes gibi biri. “Adam sıradan ve ince dudaklarını aralayıp konuştu. ‘Seni aşağılık kaltak! Burada senin gibi bir kaltağın icabına baksak kimsenin ruhu duymaz. Sıçan suratlı karı.’” (s. 53) Gerçeküstü, sıradan, karışık bir deneyim. Adam çevirmenin yerini soruyor, metnin çevirmeni arazi. Solak olduğu için sağ yanağını tokatladı adam, öyle olsa gerek. Kang niye bunları sokuşturuyor araya, niye çizgiselliği korumuyor, çünkü insan hep travmalarına döner, travmalarının yaşındadır, örneğin yedi veya sekiz veya on yaşındadır, hangi travmasını hatırlarsa yaş da o. Olaydan önce sloganlar atılıyor, katil hükümeti istifaya davet, askerler henüz sokaklara inmemiş. Sansür kurulu metnin her yerini karalamış, normalde o kadar da üzerine düşülmezdi. İşler sıkılaşmış kısacası, yayınevinde yardımcı editör olarak çalışan Insuk okulu bırakmak zorunda kalmış, yaşlı annesine bakmak için çalışmak zorunda. Yediği tokatların hepsi yükünü daha da ağırlaştırıyor, hayat zaten yeterince zorken bir de niye şiddete uğruyor? Metin sahneleniyor nihayet, salon dolu, Insuk oyunu izlerken Donğho’yu anımsıyor. Zihnindeki oyun tekrar başlıyor: ceset, bomba, kurşun, kan, organ, ölüm.

Dördüncü bölümde bir tutuklunun hapishane tecrübelerini görüyoruz, ruhsal sarsıntı yüzünden intihar eden bir dosttan daha sarsıcı bir şey var: “Bir ayağı hâlâ Gim Cinsu’nun sırtındayken elindeki M16’yı kaldırıp nişan aldı. Hiç duraksamadan öğrencilere ateş etti. Ben gayriihtiyari başımı kaldırıp subayın yüzüne baktım. Dişlerini gösterip gülerek yanındaki emirerine ‘Kahrolası, gerçekten film gibi değil mi?’ dedi.” (s. 102) Askerlere kimseye acımamaları söylenmiş, etten duvarlara ateş etmek onlarınki. Halk Ordusu’nun son direnişi başarısızlıkla sonuçlanınca teslim olmuşlar, yan yana dizilen çocuklar sırayla uzanmışlar yere, fotoğrafları çekilecek diye o biçimde kasten yatırılmamışlar.

Ne demeli, hikâyeyi annenin ve yazarın gözünden görüyoruz ve bitiyor anlatı. Kang’ın okuru sarsan sertliği yaşananların kıyısından geçmez belki, yine de ölüm saçan askerlerin karşısında canları pahasına dikilen insanların hallerini iyi yansıtır. A Taxi Driver‘ı izlemeli, romanda anlatılan olayların nasıl geliştiği ve sonuçlandığı filmde görülebilir.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!