Ruta Sepetys – Gri Gölgeler Arasında

Sepetys toplama kamplarından kurtulan, tutuklanan, işkence gören insanlarla yaptığı görüşmeler sonucunda cehennemin dibine atılmanın romanını yazmış, baştan sona her aşama var. 14 Haziran 1941’de evin kapısı yıkılırcasına çalınca donup kalıyorlar, anlatıcı Lina’nın üzerinde geceliği var, küçük kardeş Jonas korkudan altına edecek, anneleri sakin olmalarını söylüyor, çocuklarını canavardan kurtarmak için soğukkanlılığa ihtiyacı olacak, biliyor. Baba uzun süredir yok, Lina annesiyle babasının kaçma planları yaptıklarını sezmiş ama neler döndüğünü sormamış o güne kadar, bir şeylerin olmasını beklemiş sadece, değerli eşyalarını ceketinin içine diken annesi ne diyecekse o. Kuzeni Joanna’ya mektup yazıyordu kapıya dan dun vurulurken, NKVD -sonraları KGB- kişileri eve dalıp toparlanmak için sadece yirmi dakika verdikleri zaman en önemli eşyalarını değil, sadece kıyafetlerini alması gerektiğini annesi söylüyor, yine de kalem almayı unutmuyor çünkü resim onun her şeyi. Çok iyi, çok genç bir ressam Lina, bu yeteneği kutuplara yolculuk ederken işine yarayacak. Sahneler çok gerçekçi, üniformalı adamlardan ödü kopan Jonas’ın okul üniformasını giyip hazırlanması çocuk aklını gösteriyor, hoş. Bütün bu hengamenin sebeplerini gösteren iki takla var, ilki kısa bölümlerin aralarına yerleştirilmiş geriye dönüşlerden ibaret italik parçalar, diğeri de Lina’nın açıklamaları. İlkinde babanın çevresi de dahil oluyor anlatıya, Litvanya’nın entelektüellerinden bir grup nasıl vaziyet alacaklarını konuşuyorlar çoğunlukla. Stalin’in yaydığı dehşete karşılık Hitler’in kurtarıcılığından söz edilebilir mi, edilemez, Varşova’daki durumdan haberdar olanlar güzel günlerin gelmeyeceğini, iki güç arasında yok olacaklarını bildikleri için kaygılılar, tek çareyi Almanya üzerinden kaçmakta buluyorlar, olursa. Aile saadetinin anıları serpiştirilmiş, anlatılan zamanla bu anılar arasındaki geçişler çağrışım yoluyla sağlanmış, vagonlara istiflenen insanlar babayla çıkılan bir tren yolculuğunu anımsatabiliyor ansızın. Travmatik olaylar tetikliyor, çizgisel anlatı parçalanıyor, doğal. Durum şu: “Tam olarak bir yıl önce, Sovyetler birliklerini sınırdan ülke içlerine doğru kaydırmaya başlamıştı. Sonra Ağustos’ta, Litvanya Sovyetler Birliği’ne resmen dâhil oldu. Yemek masasında bundan şikâyet ettiğim zaman babam bana hiddetle bağırmış ve asla, ama asla Sovyetler hakkında kötü şeyler söylememem gerektiğini söyleyip beni odama yollamıştı. O günden sonra bu konuda hiçbir şey söylemedim. Ama bunun hakkında çok düşündüm.” (s. 9) Baba Sovyet sempatizanı değil, sadece kızının başına kötü bir şey gelmesin istiyor çünkü etrafının muhbirlerce sarıldığını biliyor, hele kardeşinin ailesini Almanya’ya kaçırdıktan sonra işlerin daha da çirkinleşeceğinden emin, yardım elinin kendi ailesine de uzanmasını bekliyor. Şanssızlık veya başka bir şey, geç kalıyorlar, apar topar çıkarılıyorlar evden. Anne son olarak çok sevdiği bir vazoyu kasten kırıyor, Sovyet askeri devlet malına zarar verdiği için dürtüyor anneyi, yallah kamyonlara. Lina son kez aynaya bakıyor, sonraki on yıl boyunca bir daha ayna yüzü göremeyecek.

Listedeki çoğu insanla birlikte sıkış tepiş yolculuk, hastanede doğum yapan bir kadını bekliyorlar. Bebeğiyle birlikte kamyonun arkasına atılan kadın çaresiz, kanaması durmuyor, bebeğini besleyecek durumda değil. İlk ölüm o bebeğin ölümü herhalde, bildiği dünyanın sonsuza kadar kaybolduğunu o sıra anlıyor Lina, annesi gibi katılaştırıyor kendini ve bir iki istisna dışında aşırı tepkiler vermiyor. Trene bindirildikleri zaman sidik ve bok kokuları içinde ne kadar gideceklerini bilmeden yol alıyorlar, içerisi o kadar kalabalık ki tuvalet için alan yok, filmlerden bildiğimiz sahneler. Anne üniversiteyi Moskova’da okuduğu için Rusça biliyor, grubun doğal lideri olmasının sebebi hem bu, hem organizasyon yetilerinin gelişkinliği, hem de diplomasiyle insanların hayatlarını kurtarabilmesi, en başta Jonas’ınkini. Duraklardan birinde çocuğu çekiştiriyor askerler, bir yere götürecekler, anne hemen rüşveti bağlayıp oğlanı kurtarıyor. Andrius Arvydas bu noktada piyasaya çıkıyor, cesareti işe yarayacak. Lina’ya tutulduğunu çok sonra göreceğiz, kampta yaşadıkları sırada. Yolculuktaki hayatta kalma uğraşı zengin bir duygu dünyası yaratmıyor haliyle, insanlar sevdiklerinin hâlâ hayatta olup olmadıklarını öğrenebilmek için kıvranırlarken diğer vagonların gelmesiyle umutlanıyorlar, Andrius, Lina ve Jonas vagonun altındaki delikten fıyıyorlar hemen, Lina erkekler vagonunda birilerinin tanıdıklarını buluyor, karın buzun içinde yıllarca yaşamasını babasıyla karşılaşması sağlayacak. Sibirya’ya gittiklerini, güçlü olmaları gerektiğini söylüyor baba, sonra geri dönüyor bizimkiler ama Andrius kayıp, etrafta askerler dolanıyor, gerilim. Andrius sağlam sopa yemiş olarak dönüyor, yarı baygınken kafasını gözünü sarıyorlar, dışarıda dağ taş Litvanya’nın bağımsızlık marşıyla inliyor. Yolculuk boyunca pek çok insanı tanıyoruz, kısa süre sonra ölecekler var, son durağa kadar bizimkilerden ayrılmayanlar var, çeşitli. Kel bir gamlı baykuş var ki nasıl sopa yemediği anlaşılır gibi değil, o durumda dahi pesimistliğinden taviz vermiyor, her şeyin daha da kötüye gideceğini söylüyor. Zeki bir adam, Yahudi, her şeyin en kötüsünü görüp kendine teselli çıkarıyor anca.

Altı hafta yol gidiyorlar, Sibirya’nın bilmem neresinde indiriliyorlar, köle olarak satılmayanlar köy benzeri bir yere getirilip ağır şartlarda çalıştırılıyorlar. Bu köye ikinci aşama diyelim, düşmanla münasebetlerin biçimlediği bir sosyal yapı oluşuyor hemen. Rusça bildiği için tercüman olması istenen anne reddediyor, daha kötü muameleye maruz kalmalarına yol açıyor ama ruhunu satmıyor en azından. Andrius’un annesi satıyor, oğlunun canını kurtarmak için yapacağı başka bir şey yok. Yine işe yarar bir şey, subaylardan ne aldıysa kendi insanlarıyla paylaşıyor, böylece iskorbüte yakalanan Jonas’ın hayatını kurtarıyor. Kişilik aşınmalarının pek çok örneğini görebiliyoruz burada, tutsaklar iki lokma ekmek tayınıyla yaşayıp çok ağır işlere koşuluyorlar, bir süre sonra önlerine sürülen sözleşmeyi imzalamadıkları için tipik işkencelere uğruyorlar. İmzalasalar vatan haini olduklarını, bu yüzden yirmi beş yıl hapis yatacaklarını kabul edecekler, öbür türlü çukur kazdırılıp o çukurlara sokularak ölümü beklemek zorunda bırakılacaklar, askerler korkutmak için başlarının hemen yanına ateş ettikleri zaman işleri daha da zorlaşıyor. Kiminin direnci kırıldığı için o belgeleri imzalıyor ama önemli bir bölüm yirmi beş yıllık cezayı hak edecek hiçbir şey yapmadığını söyleyerek direniyor. İkinci ayrılık demek bu da, aileyle birkaç kişi tekrar trene bindirilerek daha da derinlere götürülüyor bu kez, gemiyle yola çıktıklarında namı çok yayılmış Kolıma’ya gitmeyeceklerini umuyorlar. Öyle bir korku görülmemiştir, gemi limana yanaştığı zaman yakınlardaki Kolıma’ya gönderilmemek için dua etmeyen yok. Gitmiyorlar neyse ki oraya, gerçi gitseler daha mı iyi olurdu bilmem, kutup bölgesinde odun parçalarından inşa ettikleri küçük barakalarda yaşamak zorunda bırakılıyorlar. İnsanlık halleri her türüyle ortaya çıkıyor, insanlığını ara sıra gösteren Rus askeri asık yüzünü aşarak yardımda bulunuyor, Lina resimlerini çizmeye devam ediyor çünkü babasına o resimlerle haber gönderecek ve hikâyeyi anlatacak, Jonas’ın pek şanslı olduğunu söyleyemeyiz, anne bildiğimiz gibi.

Şaralop bir son, elbette mutlu değil çünkü yılların yıkıntısı nasıl kaldırılsın. Sepetys bizim tarafa iyice abanmış, diğer tarafın karikatürlüğünü aşacak bir numara yapmıyor. Savaş tüm hızıyla sürüyor o sırada, ittifaktan sonra Amerikan gemileri canavar gibi erzak bırakıyor ama tutsaklara hiçbir şey yok tabii, onların hayvan oldukları düşünülüyor. Faşist bir de, hangi askerle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar sürekli faşist olmakla suçlanıyorlar, hani SSCB’yi memleketlerinde istemedikleri için. Tek boyutlu bir roman, acı galerisi gibi.

Denk gelen okusun, bu.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!