Vivet Kanetti – Huysuzun Teki

Huysuz Büyüyor…‘u okuyorum ardından, iki metni kıyaslayınca Huysuz’un -bir yerde adı geçiyor, Yeşim veya Yeliz- büyüdüğünü alımlama yetisinin gelişmesinden anlıyoruz. Yetişkinliğin kapısını kırmak üzere olan Huysuz’un hem ailesini hem sosyetik çevresini anlatımında Proust tadı veren uzun pasajlar var ki Huysuzun Teki‘nde metnin hikâyesini de anlatıyor Kanetti: yirmili yaşlarının ilk yarısında yazmış, “geçmişim” adını alacak yığının arasına atmış, yıllar sonra ortaya çıkan bu “incecik şey”i yazarken Proust’u, Fitzgerald’ı o kadar iyi tanımıyor henüz, zaten ilkokula yeni başlamış bir çocuğu anlatırken çocuk zihninde kalmak iyidir çünkü niyet çocukluksa yetişkinliğin bilişsel becerilerine gelmez o çocuk, yani “çocuk kadın” olarak biçimlenmek var, doğrudan çocuk olarak biçimlenmek var, ikincisi bu metin için daha isabetli bir karar sanıyorum. İlkini biraz olsun devam metninde bulacağız, Huysuz o uzun diyalogları olduğu gibi aklında tutamayacağına göre başka bir anlatı katmanının içinde yer alıyor diyebiliriz. On yedi yaşında bir kızın sırf algıladığı haliyle verilmiyor dünya, işlenmiş. Onun dışında açıldıkça açılan karakterlerin çocuk bilişindeki hallerine rastlamak pek hoş, onlarla ilgili neler neler biliyoruz da Huysuzcuk’un karşısındakiler gizemlerini biraz olsun dağıtmayan, dağıtsalar da Huysuz’un anlayamayacağı şekilde dağıtan koca koca insanlar olarak bulunuyorlar. Çözünürlük farkı, bu metinde detaylandırma düşük, basitlik şuradan çıkar: “Gerçekler korkunçtur ve ben vampirleri, hayaletleri, öcüleri severim. Onlar tamamen palavradırlar; bunu düşündükçe neşelenirim.” (s. 1) Huysuz koyu kalabalıkta erimemek için dikkatleri üzerinde tutmak istese de öyle girgin bir çocuk olduğu, sürekli arıza çıkardığı söylenemez, yaramazdır ama her çocuk kadar yaramazdır, muhabbete bodoslamadan dalmaz. Biyoloji profesörüne göre bu bir duyarlılık biçimidir, huysuzluk yani, yaşamı olduğu gibi kapsamaz. Psikoloji uzmanlık alanı olmadığı için pek kimse ciddiye almaz adamı, gerçi bu bölümden anlaşıldığı kadarıyla çocuk da işlenmiş biraz ama ayrıntılı biçimde değil, hani psikoloji falan üfürmesini diyorum. Profesör esas karakterlerimizden biri, Huysuz’un babasının gençlik arkadaşı, biri biyolojiyi seçerken diğer mimarlıkta karar kılmış. Anneyle aynı anda tanışıyorlar, aynı anda âşık oluyorlar muhtemelen, annenin seçiminin gerekçelerini ikinci metinde bulacağız. Meslekli, mektepli bir kadın anne, çevirmenlik yaptığı bu kitapta da geçiyor mu? Beş sokak ötede giyim dükkânı olan Filiz en yakın arkadaşı annenin, durmadan birbirlerine gidip geliyorlar, arada Fikret dayının takıldığı bara gidiyorlar Huysuz’u da alıp. Anne alımlı bir kadın, iki kadeh içtikten sonra özgüveni gelir, dikkatleri çeker, Huysuz hemen korkuya kapılıp eve gitmek istediğini söyler, çekiştirir elbiselerden. Daha çok kalmaları için verilen rüşvetler -gazoz, gofret- midesini bozunca Huysuz’u korumak isteyen baba ortaya çıkıp eşini azarlar, başka da piyasaya çıkmaz pek. İşi gereği şehir dışına çıkar sıklıkla, oysa çapkınlık peşindedir veya işinin bir bölümü çapkınlıktır, anne kulağına gelenleri işleme koymaz çünkü koysa ne, erkeklerden umudu çoktan kesmiştir, eşinin eve “iş” getirmemesi yeterlidir. Anne ve Filiz sinemaya gittikleri zaman, aslında çoğu zaman peşlerinde Huysuz, filmlere düşkünlüğü buradan. İsveççe konuşulan bir film, gidilen yer Sinematek mi acaba, Bergman mı oynuyor, nedir? Filme ara verilince sigara içecek Filiz, adamın teki gelip yakıveriyor. “Filiz, İstanbul erkeklerinin çoğunu tanır. Daha önce iki koca boşamış; bu adamı da tanıyordu. Adam annemin elini sıktı, benim saçımı dağıttı, çocuklara duyarsız olmadığını, uzun vadede baba olmayı da düşündüğünü göstermek için.” (s. 5) Hoş kadınlar, hayatın orta yerine yeni hikâyeler düşürebilirler, Huysuz her hikâyeyi öğrenebilir de yetmiyor görüldüğü kadarıyla, ikinci yarı başladığında ilk yarının kafa karıştıran bilgi bombardımanını düşünmüyor, hemen başka bir anlatı uyduruyor kafasında, dalıp gidiyor. Makinist koşup geldiğinde, ışıklar yandığında çıkıyor kurmaca dünyasından, meğer bobinler karışmış da ikinci yarı ilk yarıda gösterilmiş, biletleri atmazlarsa sonraki gösterime ücretsiz girebilirler. Dönemin İstanbul’unda gezintiye çıkıyoruz hani, sinemalardan, başka neye, başka da pek bir şey yok galiba, hadi kitapçılara diyelim, kültürel mekanların vitrinine bakabiliriz.

Babaanne önemli bir figür, öncesinde babaya bakalım: “Benden öncesini bilemem, ama doğduğumdan beri yaptığını duyduğumuz baş serserilik annemi boynuzlamasıdır. Bu boynuzlama haberleri her seferinde süratle annemin, benim, uzak kuzenlerin ve ahbapların kulağına gider. O zaman rahatlarız ve bir müddet casusluktan vazgeçeriz.” (s. 8) Babaanne kibarlık konusunda uzmandır, İstanbul hanımefendisidir, oğlunun haytalıklarından zerre hazzetmez. Huysuz elinde olsa daha ilginç bir aile seçeceğini söylese de karakterlerin her biri ayrı dünya, eve girip çıkanları da katınca ortam renk ayarı köklenmiş bir televizyonun gösterdiğinden farksız. Sıkıcı olan ne var, ailenin onur ve gurur düşkünlüğü belki, yoksul olmamalarına rağmen Huysuz’un çok istediği yaldızlı kalem kutusunu almıyorlar, görgüsüzlük. “İlkeli annemle babam, kişisel taş devrimde ürpertici planlar kurarak avunmamı, bana yeni zengin işi bir kalem kutusu almaktan zararsız buldular. Gerçi zaman onları haklı çıkardı: Gerçek bir yüreklilikle planlarımı hayata döküp genç yaşta mirasa konamadım.” (s. 11) Bütün bunlar yedinci yaştan sonra bulanık halde ortaya çıkan fikirler, sonradan işlenseler de kaynak belli, mesela gazoz arabası çeken gariban bir beygirin şöyle azıcık bir iteklemesiyle olgunlaşmaya başladığını söylüyor Huysuz, atın bacaklarını okşarken zavallıyı korkutarak depiklemesine yol açtığını anlatıyor. Hiçbir hayati organı hasar almamış ama sağlam bir sarsılmış, aydınlanma ânı gibi bir şey yaşamış olsa gerek. Ne yapmaması gerektiğini anlamış Huysuz, bazı çiviler paslıymış, bazı köpekler kuduzmuş, yaşarken dikkatli olmak mühimmiş yani. Zaten yaptığı neredeyse her şey suç, laf yiyor illa. İkinci sınıftaki haltıyla toplumun da şamarını yiyor, arkadaşının defterine sıçmasa utanmayacaktı ama yapacak bir şey de yok gerçi. Kulaklara çalışan öğretmeninden çok korkuyor Huysuz, tuvaleti geldiğinde çareyi defterine pislemekte buluyor da kendi defteri değilmiş meğer o, rezalet. Sarılığa yakalanmış meğer Huysuz, hemen ev istirahati, tanıdığı kim varsa ziyarete gelip eğlendirmeye çalışıyor çocuğu. Filiz’le biyoloji profesörünün yıllardır süren sonsuz flörtlerinin ötesi var, ilişki tam anlamıyla belirlenmediği için arada kaldıklarından mutluluğu birbirlerinde bulamıyorlar, Huysuz için enteresan bir gözlem nesnesi. Fikret dayı geldiğinde kulis, tiyatro, ne varsa anımsıyor Huysuz, oyunu izlemeye gittiği gün gözlerinin önünde. Diğer oyuncuların makasları, saç karıştırmaları, seyirciyle ilgili muhabbetler, küçük gerilimler derken sahnenin arkasının da önü kadar ilginç olduğunu fark ediyor çocuk. Polis kimliği olayından ötürü üzgün, bir gün saatlerce uğraşarak gerçeğine yakın bir kimlik hazırlıyorlar oyun için, dayı sahnede bir anlığına çıkarıp gösteriyor kimliği, hepsi o.

Tedavi tamam, Huysuz okula döndüğünde “ikinci annesi”nin cadalozluktan çıkıp biraz daha müşfikleştiğini fark ediyor. İkinci anne, yalancılık aslında. “Bunlar anneleri sevdirme amaçlı propagandalar. En ceberut rejimlerde, Stalin döneminde bile yapılmamıştır eşi benzeri. Öğretmenler ile analar bu konuda yıllardır işbirliği halindedir ve çocuklar, kara propaganda olduğunu bile bile öykünün sonunda avaz avaz zırlamaya koyulurlar.” (s. 29) Dan dan sıralıyor tespitlerini Huysuz, bir parçası olma yolunda hızla ilerlediği dünyaya anlamlar yüklüyor, yanıldığı noktaları es geçmiyor. Gerisini ikinci metinde anlatmak isterim, yeni yılın şerefine uyuyacağım biraz.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!