Osman Cemal yazıyor, Namık Görgüç’le Cemal Göral fotoğraflıyor ki o soyadlarla ne yapacaklar başka, Ercümend Kalmık çiziyor, Yeni Gün basıyor, 1930’ların başından mis gibi İstanbul manzaraları. Gelişen mahallere gidiyorlar, hiç gelişmemiş yerlere de gidiyorlar ama o kadar değil, daha çok curcunanın ortasına marş. Yakacık mesela, Mahmut Yesari henüz yatmamış ama yakında yatacak oradaki sanatoryumda, civardan bahsettiğinde bakkallar çakkallar, kahveler, kasaplar yerini alır hemen, esip duran rüzgârı sayfaları çevirdi çevirecek! Osman Cemal’in zamanında o kadarı da yok, Ahmet Ağa’nın kahvesi var bir. Buranın suyu Ankara’da bile şan vermiş, hele temiz havası neymiş öyle, sanatoryum yapıldığına göre. Suların hepsi güzel ama buz olmadığı için pek soğuk değil, Ayazma ve Koru suları hariç. Kaybolan onca şeyden biri İstanbul’daki su çeşitliliği, karşı yakanın sularından başka buranın suyu da muhtelif, ağız tadına göre tercih meselesi. Çeşmeye veya sulağa gitmek yeterli içmek için, gerçi Yakacıklılar soğuk sulardan içmek için te köyün başına yürümeye üşenebiliyorlar, ekip gidecek de içecek ama karınları aç bu kez. Üsküplü Neşet Osman biraderlerin kebapçısına gidip kebap, poğaça, revani gömsünler önce, pahalıya. Neden, Kartal’da Pendik’te okkası 50 kuruş olan et orada doksan, sebebini kasaplar biliyor da mantıksızlık, Kartal’a yayan yarım saatte, otobüsle beş dakikada gidiliyor. “Yakacık”ta her sene olduğu gibi bu sene gene hava tedbiline gelenlerin ekseriyetini Ermeniler, ikinciliği Rumlar, üçüncülüğü Türklerle Yahudiler teşkil ediyor. Bu sene Yakacık’ta otel de çok… Üç beş sene evvel tek bir oteli olan Yakacık’ın bu sene beş oteli ile bir o kadar pansiyonu var. Bu otellerin içinde yemeklileri vardır ki bir gün bir gece yemek ve yatak 3,5 liradır.” (s. 231) Sütü eti iyidir Yakacık’ın, hayvancılık gelişmiştir, civardaki Aydos’tan da manzaraya dikiz, keyif paşalarda yok. İnsana çok yemek yedirmesi kötü, eşeklerle azıcık dolanınca insanın karnı acıkıyormuş. Adalar’daki gibi eşeklerle dolanıyormuş insanlar, denk geldiklerinde okkalı bir kahve, gezi tamam. Osman Cemal oranın yerlilerinden üçünü beşini mutlaka anıyor yazısında, Kalmık çiziyor, mesela Gümrükçü Mehmet Beybaba, Kıç Ağa Remzi, Arnavut Yürek İsmail. İşleri güçleri, aileleri, ne varsa, zira yazar İstanbul’un bilinmeyen yanlarını anlatıyor okurlarına, bu insanları da tanımak lazım. Meşhurları bilmeyen pek yok gibi görünüyor, sonuçta küçüktür İstanbul o zamanlar, memurundan sanatçısına herkes birbirine aşinadır. Vapur faslında ortaya çıkıyor, ben bu yakadan ayrılmak istemediğim için Kadıköy’e geçiyorum şimdi, vapurdan inenlere bakalım. Tanıdığa rastlıyor Osman Cemal, onun gibi oturup da geleni gideni izlemeye başlıyor, iskeleye yanaşan vapurdan inenlerin ekseriyetini tanıyor. “Bizim tayfa” dediği, işte, Burhan Felek, Ömer Rıza. Sinemadan dönen Komik Dümbüllü İsmail, müzisyenlerden Muhlis Sabahattin, Adalar sermühendisi Vehbi, tiyatroculardan Matmazel İrma Toto. Yirmi yaşında o sıralar. Cem Karaca’nın annesi!
1930’larda nereler varsa oralarda takılıyor tayfa demiştim, Avcılar’ın adının daha yeni yaygınlaştığı zamanlar orayı uzun uzun anlatmıyor Osman Cemal zira avcılardan başka pek bir şey yok. Köy vardır, ona da ne kadar köy denebilirse. Bu taraflara gelirsek, Fener diyelim, mehtaplı yaz gecelerinde yüzlerce kızın gezintisi görülecek şey, akşamın alacakaranlığında eve dönen gezentilerin kayıklarda patlattıkları nameler duyulacak şey. “Buranın bir alameti farikası da bisiklet iptilasıdır. Gündüzden ziyade geceleri bu sokaklardan bisiklet gürültüsünden geçilmez. Fener’in iç tarafları manzara itibarıyla Beyoğlu’nun Kalyoncu’sunu, Hamalbaşı’nı, Sakızağacı’nı, Tarlabaşı’nı andırır ve insan bu iç sokaklarda gezerken kendini muhakkak Beyoğlu’nda zanneder fakat İstanbul’u iyi bilen, İstanbul’un her semtinin manzara itibarıyla birbirine benzemesine rağmen, ayrı bir çeşnisi, ayrı bir hassası olduğunu unutmayan zeki bir adam bir iki dolaşmakla derhal anlar ki Beyoğlu’nun oraları başka, Fener’in iç tarafları başka!..” (s. 155) Konya’da da bisiklet iptilası varmış, acaba göçenlerden mi bulaştı bu, merak ettim. Fener’in dışı berbat, iskelesi çok kötü durumda, Haliç kokuyor ama içerilere doğru gidildikçe küçük Beyoğlu fırlıyor sokaklardan, yoksulların yarattığı bir nevi Beyoğlu daha doğrusu. Balat da az değil, tayfa yanına Mahmut Yesari’yi de alarak Balat’a giderken otobüste tanınıyorlar, Museviler o gece Yesari’nin Balat’ta oynayıp oynamayacağını merak ediyorlar. Balat Çarşısı’na geldikleri zaman Yesari şaşıp kalıyor, oralarda bir ay takılsa yepyeni ve koskocaman bir roman daha yazabileceğini söylüyor, acayip eğlenceli bir yer. Balık çok ucuz, başka yerlerde üçe satılan burada bire satılıyor, meyveler de öyle. Ekmekleri has, Fatih’ten, Eyüp’ten gelip francala alan varmış, sonra ressamı da meşhurdur: Kumbaros Efendi. “Kübizmin, Dadaizm’in daha bizde isimleri bile yokken Balat gazinolarının duvarlarına bu tarzda eserler yapan bu genç ve nevrokoz sanakâr, şimdi tarzını değiştirmiş, bütün Balat kahve ve gazinoları ile lokantalarının duvarlarında Kumbaros Efendi’nin gene klasik resme dönmek istediğini görüyoruz.” (s. 35) Sanatının anlaşılmadığını düşündüğünden olacak. Tiplere dikiz: Şişman Marmaralı Davit, Mordahay Efendi, Pazarola Hasan Bey falan. Bu üçüncüsü Beyazıt’ın sakini ama olsun, muadili mutlaka vardır. İki isim de ben sallamak isterim, o dönemin kulağa hoş gelenlerinden: Andelip, Bican.
Ramazan gecelerinden sahneler, Karagümrük’te ilk futbol sahasından sahneler, hokkabazlar, macuncular, bir alay tufeyli. Kolsuz Sofya’nın örgü örmesini, yemek yapmasını falan izlemek için on kuruş uçlananlar tekrar o parayı verip tekrar izliyorlar zira mucizeye şahit olmanın büyüsünü yaşatmak istiyorlar, bir de herkes gibi şaşırmalılar yine, toplumun bir parçası olmak böyle. Sirkeci’ye geldik, son yıllarda en çok rastlanan şey tavuk ve piliçmiş, şık vitrinlere konuyormuş ki savaş zamanı Refik Halid’in kuvvetle şikayet ettiği bir iştir bu, aşevlerinin, lokantaların falan vitrinlerine iştah açıcı yemekler koymalarını belediyenin men etmesini ister Refik Halid, olur şey değildir yani. “Sirkeci’nin zaten nesi enfes değildir ki? Tavukçuların yanı başındaki çifte kebapçılar fena mıdır? Ya bu kebapçıların camekânlarda halka teşhir ettikleri Serez işi ve sapsarı irmik helvasına ne buyurulur?” (s. 49) İstanbul’un umumi mutfağı ve yemekhanesi Osman Cemal’e göre, gündüzün binlerce insanı besler, geceleri Balat’ın müzisyenlerine kucak açar. Hamalları meşhurdur bir de, Niğde’nin en güçlü uşakları yüz okkalık yükü sırtlayınca kuş gibi uçup giderler. Kendilerine mahsus kahvelerinde her şey pek ucuz ve lezzetlidir, Namık orada üç kahve, dört çay içmiştir üst üste!
Kasımpaşa’yı sona bıraktım, aslında Adalar olsun, Üsküdar olsun bahsedilecek çok yer var da, işte, Kasımpaşa’nın değişimi dehşete düşürüyor. Irmaklar geçiyor mahalle aralarından, her yer lahana, pırasa, ıspanak bostanı. Her semtin ünlü bir yiyeceği var o zamanlar, mesela Göztepe’nin dondurmacıları meşhurmuş, duydum da inanmadım. Neyse, Hacışaban, Hacıhüsrev, Sakızağacı, Kulaksız, Zindankarası 1300’lerde neyse 1900’lerde de oymuş, zaten Eyüp ve Üsküdar’la birlikte İstanbul’un değişmeyen üç yerinden biri Kasımpaşa’ymış! Sakızağacı’ndan Feriköyü’ne giden yolun manzarası ömürmüş, Fener’le Balat’tan Beyoğlu’nun sinemalarına gitmek için akın eden Rum ve Musevi delikanlılarıyla kızları şenlendirirlermiş ortalığı. İskele Caddesi’ndeki meşhur şıracı Hüseyin Efendi, Âşıklar Mezarlığı yolunda gazino işleten Abdullah Efendi, hepsinin adı bir şekilde kalmıştır, meğer ki Osman Cemal gibileri insan sevmesin.











Cevap yaz