James Tiptree, Jr. – Houston, Houston Duyuyor Musun?

Robert Silverberg’ün yazdığı önsöz hoş. Cinsiyetçiliği ters köşeye yatırmış, Tiptree’nin gerçek kimliğini öğrendiği zaman yüzünün aldığı ifadeyi merak ettim. “James Tiptree Kimdir, Nasıl Bir Adamdır?” başlığına sırıttıktan sonra devam, Tiptree’nin metinlerinin övgüsünden sonra yazarın kimliğine geliyor Silverberg, belki bir halkla ilişkiler numarasıdır Tiptree’nin olayı zira adamı gören, duyan yok, mahremiyetini koruyor. Yazdığı mektuplar Virginia’dan yollanmış, muhtemelen bir tür hükümet ajanı çünkü Pentagon’dan birkaç kilometre ötede oturuyor. Can alıcı nokta şu: “Tiptree’nin kadın olduğu da ileri sürüldü ama bu absürt bir iddia zira bana göre Tiptree’nin kaleminde kaçınılmaz ölçüde maskülen bir şey var. Nasıl Jane Austen’ın romanlarını bir erkeğin, Ernest Hemingway’in öykülerini bir kadının yazabileceğini sanmıyorsam, aynı şekilde James Tiptree öykülerinin yazarının da erkek olduğuna inanıyorum.” (s. 9) O dönemde bilimkurgudaki eril tahakkümle ilgili çok tartışma dönmüş, erki savunan yazarlar bir temiz silkelenmiştir, bunda Alice Bradley Sheldon’ın da payı var muhakkak. “Tiptree” adını kullanarak yazıyor, cinsiyet algısını darmaduman ediyor görüldüğü üzere. Uzaktan Kumandalı Kız anlatım tekniği ve üslubuyla bilimkurguya hoş bir hava getirmişti, Houston, Houston Duyuyor Musun? erkeksiz bir dünya tahayyülüyle çıtayı bir tık yükseltiyor. Yine hoş bir teknik, zamanda ileri gidip gelmelerle ilerlerken geriye dönüşler anlatıcının etkisi altında olduğu ilacın yarattığı görülere bağlanıyor, çizgisel anlatı yok. Başlangıç noktasında karakterleri tanıyoruz önce, bakış açısına bağlı kalacağımız Lorimer çocukluğunda kızlar tuvaletine girdiği zamanın yarattığı travmayı hatırlıyor. Aleti elinde, daha önce hiç görmediği bir tuvalete dalınca kızların kıkırdamalarının, haykırışlarının arasında kalıyor, büyük utanç. Bu anıyı gözünde canlandırmasının sebebi kadınlardan oluşan bir grubun karşısında savunmasız kalması. Bud Geirr kadınlara sarkıyor, Binbaşı Norman Davis esmer bir kadına doğru eğilmiş, üç kişilik mürettebat sersemlemiş halde bekliyor. Bud içindeki bütün hayvanlığı ortaya çıkarmış, bir yıldan fazladır sevişmediği için kontrolünü kaybetmiş hemen. Connie yanaşıp Lorimer’ın zihnini okumaya çalışıyor, bölük pörçük düşünce parçaları beliriyor. Kadınları faydasız, anlamsız, eşit muamele görmeleri halinde de pek bir şey yapamayacaklar. Savruk aklını toparlamaya çalışıyor Lorimer, üç kişilik ekibinin karşısında dört kadın ve bir adam var, kim oldukları belli değil, neler oluyor? Düşüncelerini berraklaştırmaya çalıştığı an yakın geçmişe gidiyoruz, Güneşkuşu‘nda bulundukları zamana. Güneş püskürtüsü yüzünden haberleşme sistemleri bozulmuş, Houston’la iletişim kurmaya çalışıyorlar boş yere. Judy’yi soran bir sesi duyuyorlar sonra, mantıklı bir konuşma yürütmeye çalışıyorlarsa da ne ses Houston’dan haberdar ne de Güneşkuşu‘nun tayfası neler döndüğünü anlıyor. İki taraf da birbirlerinin şaka yaptığını düşünüyorlar ama anlaşılıyor ki tutarsızlıkların sebebi çok daha büyük. Zamanın hangi noktasında bulunduklarıyla ilgili problem çözülüyor önce, Güneşkuşu yıldızlara ve gezegenlere göre ayarladıkları rotaya göre Dünya’ya dönmeye çalışsalar da tayfanın sandığı gibi ekim ayında değiller, mart ayındalar. Hata yapıldığı bariz, rota yanlış hesaplanmış gibi gözüküyor, düzeltmek için uğraşıyorlar ve anlıyorlar ki sesin söyledikleri doğru, mart ayındalar. Dünya’dan gelmeye başlayan sesle rahatlamaları gerekirken iyice şaşırıyorlar, ilk Güneşkuşu uçuşunda gerçekten de Binbaşı Norman Davis diye biri varmış, askerî bir unvanmış “binbaşı”. Zamanda bir terslik var kısaca, bilimsel açıklaması süper-püskürtülerin yerel zaman boyutunu çökertebileceği yönünde, sistem bir mikro kara delik kümesinden geçmekte olduğu için uzay-zaman takla atmış, bizimkiler de öyleydi böyleydi derken asırlarca öteye savrulmuşlar. Delilik, kimse inanmıyor buna, bağnazlık ölçüsünde dindar olan Dave’in aklı almıyor, Lorimer 300 yıl sonra dilin değişmiş olması gerektiğini düşünüp söylenenlere inanmıyor, inkâr ediyor her şeyi ama 300 yıl stabil bir toplulukta dilin değişmesi için yeterli değil. Bazı sözcükler değişmiş en fazla, eski dünyanın çoğu toplumsal yapısı yok olduğu için çoğu sözcük anlamını yitirerek tedavülden kalkmış. Houston da duymuyor çünkü 200 yıl önce taşınmış, merkezi bir yere nakledilmiş, 2 milyonluk Dünya nüfusunun daha efektif bir şekilde iletişebilmesi için. Ast-üst sistemi yok, Avustralya ve Kanada dışındaki yerleşim alanları büyük ölçüde ortadan kalkmış. Küçük çaplı bir kıyamet aslında, ilk Güneşkuşu seferi başarısız olarak görüldüğü için peşinden diğerleri gelmiş ve o sırada Dünya’da yayılan bir hastalık yüzünden erkeklerin kökü, Y kromozomu ortadan kalkmış. İsyanlar, toplu tecavüzler, savaşlar yaşanmış ve nüfus giderek azalmış, nihayetinde hepi topu 2 milyon insan kalmış hayatta, uzay keşifleriyle birlikte diğer bütün işleri yürütüyorlar.

Güneşkuşu‘nun mürettebatı nihayet kabullenme sürecine geçiyor ve kalan az yakıtlarıyla beş kişinin bulunduğu gemiye zar zor geçiyorlar, boşlukta bir süre boyunca süzülürken Sunshine‘ı hatırladım, birkaç saniye boyunca uzayın soğuğuna dayanmak zorunda kalan astronotlardan biri yalıtım malzemelerini bedenine dolayıp vakumlu mekândan atlıyor, diğer aracın girişini ıskalayıp metal zemine çarpınca ağzından çıkan havadaki su hemen donuyor, adamın gözleri de donuyor hemen, korkunçtu. Neyse, burada uzay kıyafetleri var, sonsuz boşluğun içinde bir süre yol alıyorlar. Daha korkunç bir şey yoktur herhalde, o kadar büyük bir alanda yön algısı da kaybolur. Gerçi her açıdan kaybolmuş adamlar, Dünya’yı yeni bir kıta olarak gören kâşiflere dönmüşler. Dave yeni gemiye çıkınca inançlara ne olduğunu soruyor ve herkesin kendine inandığı cevabını alınca içerliyor, bütün semavi dinler tarihin dibini boylamış. Edebiyat, diğer sanatlar ataların romantik uğraşları olarak görülüyor, bambaşka bir düzen hüküm sürüyor Dünya’da. Yeni gemidekiler merkezden aldıkları uyarılara uyup üç ziyaretçiye ilaç veriyorlar, böylece adamların gerçek yüzleri ortaya çıkacak ve korkulacak bir şey olup olmadığı anlaşılacak. Lorimer’ın travması kadınlara mesafeli olmasına yol açtığı için arıza çıkmıyor ama diğer ikisi için aynı şeyi söylemek mümkün değil, Bud libidosunun kölesi haline geliyor, şiddet uyguluyor, boşaldığı zaman spermleri araştırma malzemesi olarak paketleniyor. Anlaşıldığı üzere Dünya’ya öylece salınamayacak adamlar, bir nevi hayvanat bahçesine konmaları gerek. Kadınlardan oluşan nüfusun ötesi var, uzay gemisinde birbirine benzeyen kadınlardan bazıları aynı isme sahip, sonradan ortaya çıkıyor ki klonlama çalışmaları başarılı olmuş ve uygun örnekler kopyalanarak çoğaltılmış, 2 milyon insan birkaç bin farklı bireyden ibaret. Dave için klonlama ve dinsizlik problem, o da gözetim altında tutulmalı. Lorimer en başından beri aralarındaki en mantıklı adam olarak Dünya’ya döndüğünde nasıl uyum sağlayacağını bilemiyor. “Lorimer kendi kendine başını sallıyor: 1690’dan gelen ve Cromwell’e —o zaman öyle mi deniyordu acaba?— ne olduğunu öğrenmek isteyen fakat elektrik, atomlar veya ABD hakkında hiçbir şey bilmeyen bir adam ne anlatabilirdi, bunu düşünüyor.” (s. 41) Çok yukarılarda üç mağara adamı ne yapacaklarını bilmiyorlar kısaca, insan doğasını temelden değiştiren cinsiyet devrimi —gemideki Andy bizim tayfa gelene kadar kadınların arasındaki tek erkek gibi gözüküyor ama “Andy”, androjen— yeni bir insanlığın ortaya çıkmasını sağlamış, yukarıda kalan üçünün gidebilecekleri bir ev yok artık. Aileleri çoktan öldü, yeni dünyada yerleri yok.

Şahane bir novella, okunsun ama önsözdeki yazım hataları can sıkacak biraz, olsun. Cinsiyet meselesi önde, bilimsel boyut biraz geri planda, dört dörtlük bir gelecek tasavvuru.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!