Serge Rezvani – Amerikanomanyaklar

Öngörüler sağlam, 1960’ların rüzgârıyla yazılmış bu metinde SSCB cortlamış, ABD şüphelileri topladığı dev hapishaneler kurmuştur, gerçi Japonya kökenli vatandaşlarına yirmi yıl önce aynı muameleyi reva görmüştü ama Rezvani’nin tahmini tam tuttu, çok da uzak olmayan bir zamanda, Guantanamo gibi pek çok üste sayısız insana işkence edildi. Rezvani’nin memleketi İran’da da durum pek farklı değildi, Vietnam zaten dünyanın izlediği vahşetti, sürüyordu, jandarmalığa soyunan Amerika’ya ders vermek lazımdı. Loupiote ve Cypriuche, iki yaşlı, kaçık, uçuk evsizin yardımıyla bu istek yerine geldi, hikâye onların hikâyesi. Daha çok Cyp’in, gençliğinde de çok sayıda kurmaca yazdığı için anlatımı sağlam, kafası gidik, daha iyi bir anlatıcı düşünemiyorum. Sayıkladıklarını anlamayan Lou ne dediğini soruyor sevgilisine, Cyp okuduğumuz son cümleyi Lou’ya söylüyor, patolojinin sürüklediği sabuklamanın kurmaca olarak karşımıza çıkması çok iyi fikir. Görünürde pek bir olayları yok, Cannes’ın ferah yerlerinden birinde dolanıp dururlar, bol bol içerler, muhtemelen şarap ama buldukları diğer şeylere hayır demiyorlar. Eşyalarını koydukları eski bir araba var, bir tek Cyp açabiliyor kapısını, ev olarak kullandıkları da oluyor ama genellikle sokaktalar. “Hayat ortakları”, beraber yaşıyorlar, beraber öldürüyorlar. Lou yanaşıyor, sarhoş olanları kendine kolaylıkla çektiğine göre alımlı bir yaşlı, Cyp arkadan sessizce yanaşıp şişesini askerin kafasında kırabildiğine göre çevik bir moruk. “Ve kendi kendime şöyle diyordum: İşte Cypriuche, güzel bir gün daha başlıyor. Filo önceki günden beri orda. Denizciler limana ve kordona karınca gibi doluşacaklar yine; eğer bu akşam onlardan ikisini temizlemezseniz, eh bu demektir ki artık çok yaşlanmışsınız.” (s. 12) Kimi tutarlarsa artık, amiral bulurlarsa çat, er bulurlarsa çut, devirdikleri gibi boğazını keserler, ceplerini boşaltıp yallah. Elli yılda 2622 asker. O koca gemileriyle gelirler hep, kıyıya çıkınca alkol, kadınlar, kolay av. İyi ki sonu gelmiyor, yaşlanacaklar yoksa, askerlere şükrediyorlar bu yüzden. Para tomarlarını kendilerine ayırmıyorlar üstelik, doğrucu Uluslararası Dayanışma Sandığı’na gönderiyorlar postaneden, mütevazı bir katkı. Kore Savaşı’nda başladıklarına göre yıl 2000 falan işte, uçan arabalar yok, acayip teknoloji yok, sokakta hayat nasılsa öyle. Dinamitlerle iş gördükleri de oluyor, ölü sayısını bir anda 20 30 artırdıkları var, biraz daha gençken gemiye yüzüp yerleştirmişler dinamitleri, karadan gemiye döndükleri sırada güm, askerler havai fişek. “Kötülük elle tutulur, somut bir şeydir. Öyle düşünüyoruz. Evet, kötülük belirsiz, soyut bir şey değildir ki sis gibi, duman gibi dağılıp gitsin. Yo, yoo, kötülük bal gibi ortadadır. Reziller vardır. Kötülük ederek yaşayan insanlar olduğu gibi rezillik içinde yaşayan halklar da vardır. Kanlarını döktükleri cesetlerle beslenen insanlar olduğu gibi başka halkların kanlarıyla yaşayan halklar da vardır. Örnek mi istersiniz? Ohooo, örnek çook! Hi, hi, hih!” (s. 20) “Atom uçak gemisi” gümletmişler, gülerek anıyorlar, o sıra mıntıkanın polisi Gontran gelip dehliyor bunları. Bir ondan korkuyorlar, içeri girerlerse yaşlanacaklar. Akşam olmuş zaten, av bekler, Cannes’ın şahane akşamında duman olmuş askerlerin, seksomanyakların peşine düşüp birini hacamat ediyorlar da ölmüyor adam, yarık kafasını tutarken görüyorlar, ikinciye indiriyorlar kafasına. Bu kez tamam. Yarım saat sonra üç askerle karşılaşıyorlar, kaldırıma uzanıp sızmışlar öyle, kolay av. Gece bereketli, polislerin düdükleri ötmeye başladığı zaman onlar uzaklarda, günlük sporlarını yaptılar.

Yakayı ele vermeden önce Amerikan hanımlarıyla yaşadıkları deneyime bakalım, türedi zenginlerden biri “sevimli ihtiyarcıklara” ilgi gösteriyor, üstelik Bayan Smith’in oğlu Amiral Smith ünlü bir komutan. Piyango çıktı bizimkilere, işe koyulmadan önce Cyp’in matrak planı hayata geçiyor: yaşlı adam çişini yapmak için yardım istediğinde Bayan Smith’in ricasını kıramıyor iki dallama, Cyp’i kollarından tutup helaya götürüyorlar. Sallamasını bulamıyor yaşlı adam, numara yapıyor, bizimkiler iyice delleniyor, sonra Gontran öfkeden tartaklıyor adamı, vivisini eliyle çıkartıyor. Karmaşa, tam o sırada gürültüye gelen kadınlar itiş kakışı görüyorlar, Lou yere yığılıp kalıyor. Hastane faslı, Cyp’in kalp krizi geçirdiğini sanıp yallah götürüyorlar, bir de oradan çıkmak için uğraşıyor adam. Yan yataktaki hasta ölmek üzere, çok korkuyor, Cyp umursamaz davransa da en sonunda tutuyor adamın elinden, son temas. Sabaha doğru hasta ölüyor, boşalan yatağına bir tanıdık geliyor bu kez, Lou’nun iyi olduğunu söylüyor. Kaçış kolay, kavuşma göz yaşartıcı, yine birlikteler. Hayır, hastanede ağzından bir şey kaçırmadı Cyp, askerleri kimse bilmiyor. 2622 asker ölene kadar bulamamışlar mı katilleri, bizimkiler hayaletleşmede çok mu ustalar, neler döndüğünü tam bilemesek de son ölümlerin ses getirdiğini görüyoruz, gazeteler cinayetleri yazıyor, ortadan kaybolmak iyi olabilir. Toplumun dışına sürüklenmiş insanların arasında yok olmak çok kolay, “Kossiginoçarist demokrasisinden kaçanlar” her yerde. Ruslar, Çekler, Macarlar, Polonyalılar doldurmuş Cannes’ı, kapitalist ülkelerin fişteklediği gibi Rus “işgalcilere” karşı direnmişler ve ülkeden kaçmışlar ama Batı hemen satış koymuş, bunlar da sokakta kalmışlar. Hangi filmde geçiyordu, Avrupa’da çalışan ajanlar SSCB yıkıldıktan sonra çete kurup giderek yükselmişler, bunlar o başarıyı gösterememişler çünkü ajanlıktan zerre anlamıyorlar, savaşma yetenekleri yok, ölümü bekliyorlar. “Hah işte Vladimir, Kruşçev döneminin sabık Rus polis şefi. Bok herifin teki bu. Rusya’dan oldukça yüklü bir keseyle tüymüş ve bir hafta içinde de hepsini tüketmiş kumarhanelerde. Üç haftaya varmadan kendini Büyük Lağım’da bulmuş.” (s. 57) Yaşamının sonuna geldiğini hisseden Vladimir yıllardan beri oyuk dişinin içine sakladığı siyanür hapını bizimkilere hediye ediyor, bir şişe viskinin içine attıkları hapı gemiye bırakıyorlar, 35 asker de oradan mort. Biraz beklemeleri gerekiyordu, bekleyemedikleri için soruşturma iyice harlanmışken yakalanıyorlar. Vladimir hıyarı ötmese yine şansları vardı. CIA’den gelen sevgi ekibi şefkatle sorguluyorlar bizimkileri, işe yaramayacak uzuvlarını birtakım işlemlerden geçirip işlevsiz kılıyorlar, sonra uçağa attıkları gibi Arizona’ya. Toplama kampı, şüpheliler var, suçlular var, Araplar, Latinler, bir de Siyahiler. En çok Siyahilere işkence ediyorlar anlaşıldığı kadarıyla, o kısma geçiş yasak. Hikâye iyice katlanılmaz hale geliyor burada, kırıkları çıkıkları yüzünden yürüyemeyen yaşlıları Yunan bir doktor iyileştirmeye çalışıyor, dayanışmayla kurtulacaklar oradan. Ortam süper bu arada, elektronik kartlarla alıyorlar yemeklerini, iyi besleniyorlar, böylece ceset fırınlarının bacalarından daha yoğun çıkarak özgürlüklerine kavuşabilirler. Dünyanın tepetaklak olmasını kimse beklemiyordu öyle bir durumda, Çinliler atağa kalkıp Amerika’yı işgal edince herkes bir heyecanlanıyor, kampın bombalanmasıyla ortalık mahşer yeri. Siyahiler tünel kazmışlar, oraya çekilip çatışıyorlar, kamptaki herkes çatışıyor, diplerine düşen bomba Yunan doktorun canını alıyor, bizimkiler yerde, uçuşan kurşunlardan kurtulmaya çalışıyorlar, az ötede yatan askerin silahını alıp savaşacaklar.

Klişe ama etkileyici bir takla var sonda: Cyp bar sandalyesinde uyanıyor, Gontran bar sahibi olarak hizmet ediyor adama, azarlayamıyor. Etrafına toplananlara Çinlileri anlatmaya başlıyor Cyp, bütün hikâye baştan sona, soluk kesici. 1970’lerde bir onlar Amerikanomanyakken artık bütün dünya öyle, kıvılcımı bunlar yakmadıysa da Cannes’ın ve Arizona’nın arınmasında etkileri büyük. İnanılacak bir hikâye değil tabii Cyp’in anlattığı, masal gibi dinliyorlar. Gerçek değil miydi? Lou ölmüş, Cyp birlikte vakit geçirdikleri tepeye çıkıp hayat arkadaşını anıyor, kafasından geçirdiği koca bir romanı anlattığı için memnun.

Dikkate değer bir metin bu, Adalet Ağaoğlu çevirisi.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!