Mahmut Makal – Memleketin Sahipleri

Köylü müdür, köylüdür, memleket koca bir köy olduğu için öyle görünür de Makal’ın kastettiği bence öcüler. Bir sürü öcü var bu kitapta, köylümüzün ödünü patlatan, zar zor kazandığı parayı hacı hocaya yedirten mahluklar ülkemizi dört bir yandan işgal etmiş, kaç yıllık kalkınma planlarımızı boşa çıkarmıştır çünkü vergi diye toplanacak parayı bu ecinniler yemiş, doymamış, bir de canlara kastetmiştir. “Yaşanmış köy hikâyeleri” alt başlıklı bu kitap Anadolu’muzdan seyirlik korkular sunarken uyumadan önce bizi yatağımızın altına baktırır, dolabın aralığından etrafı dikizleyen umacıya depik attırır, binamızın “sınangılı yer” üzerine yapılıp yapılmadığını merak ettirir. Bir gün apartmanın altındaki dükkânların kepenklerine çaput bağlayan bacıların, teyzelerin pörtlemesi, at hafızaya, bir şey olmazsa unut gitsin. “Ören” denilen yerler kayalıkmış, dereymiş, viraneymiş, oralar hakkında öyle söylentiler varmış ki dinleyenin köyden kaçası gelirmiş, Makal böyle başlıyor ilk metne. Osmancık, Evlerönü, Örenardı, Estinönü, Uzunkaya, görüldüğü üzere bir şeylerin önünde ve arkasında mutlaka bir şeyler var, bu var olan şeyler tekinsiz olmalı ki köy yola gelsin, züppesi varsa tepelensin, esereklisine bakıp vaziyet alsın köyün sakinleri. Cinlerin “hora teptikleri” Büyükdeller Tepesi’nde kazılar yapılmış bir süre önce, Aksaray’ın iyi saatte olsunlarıyla meşhur meskeninde macera dolu bir meşgale. Mırıl’ın oğlu varmış, tipi bastırınca sürüsüyle birlikte mağaralardan birine sığınmış, bir de bakmış ki ellerinde meşaleler, cinler oynuyorlar. “Kalk bakalım ağa!” demişler, oğlanın aklı yerinden oynamış. Çakalyeri’nde Kel Kız efsanesi var bir de, Anadolu’nun dağında taşında gezen hippilerden birini gören köylülerin o an tutulmaları, kafası güzel hippinin korkudan ölmek üzere olan köylüleri dans etmeye zorlaması, hemen ecinni masalı üfürülmesi, at hafızaya, bir şey olmazsa unut gitsin. Kel Kız cinden periden başka bir şeymiş, ne olduğunu bilmedikleri için “Sır” diyorlarmış ona. Deli gibi korkuyorlar ama sebze ekiyorlar oralara, güneş doğduktan sonra gidip akşam olmadan evlerine dönüyorlar. “Osmancık’ta Kel Kız olduğu gibi, örneğin, Göktaş’ta da bir yanı insan, bir yanı şeytan dört gözlü birisi varmış ki, onun korkusundan, baharda sarı çiçekli çiğdem toplamaya, körpe kuzu gütmeye çıkan çocuklar oraya da uğrayamazlar…” (s. 10) Cenk okunurmuş köy odasında, hikâyedeki doğaüstü varlıkları kopyalayıp az insanlı yerlere yapıştırıyorlar belli ki. Zalim, kafası çalışan biri hemen tarlalar için de söylenti çıkarır, gariplerin mallarına çöker mesela, aklanmak için de hoca çağırıp okutur, üfletir, dana kıçı tozuyla adamotu adamı tükmüğünden mamul karışımını döküp herkesin önünde cinleri de kaçırttı mı tamam. Durum bu yani, yediren yedirmiş. Yerin altındaki ahırlara da kolay kolay giremezmiş kimse, Ali Rıza nam çocuk bir gün o ahırlara girmiş, saman koymuş hayvanların önüne, atının öteye çekilmesi için höstler höstlemez kılıksız bir kadın fırlayıp atın kuyruğundan tutmuş, ters yöne gitmesi için höstlemiş, Ali Rıza bir koşu koparmış ki yaman. Bitmedi, evin kapısına gelince arkasını bir dönmüş, çaat diye yapıştırmış tokadı kadın! Çocuğun ağzı yamulmuş, neyse ki “parpıcı” denen bazı kocakarılar çarpık ağız burun falan bırakmıyorlarmış, düzeltmişler çocuğu. “Çocuklara sınangılı yerlerde olup bitenleri her vakit anlatıp durdukları için anaları, büyüyünce durumu olduğu gibi kabul edip bu toprakların kendilerinden önce başka sahiplerinin de bulunduğuna inanırlar.” (s. 12) Mevzunun özeti bu. Parpıcılardan önce “dede”ler var, ortalıkta deli gibi dolanıyorlar, ecinni kucinni görürlerse dehliyorlar, kurtarıyorlar insanları, böylece boş yere “tohtüre” gitmeye gerek kalmıyor. Dedeler evlere girip çıkarmış, ortada pislik falan görürlerse gaipten seslenirlermiş temizlik yapılması için. Benim Zonguldak’taki ev sahibim üst katımda oturuyordu, aklı yelli bir adamdı biraz, oradan ayrılmadan önceki son konuşmamızda birkaç gece eve girip ortalığa baktığını söylemişti. Canım Orhan Amca, canım adam. Dedeler tarladan yiyip içermiş, hani bir bölüm boşsa köylüler anlarlarmış ki dede gelmiş, ihtiyacınca alıp gitmiş. Hırsızları aklına getiren yokmuş, onlarca dedenin başka tarla yokmuş gibi dadandığı tarlanın sahibini iflasa sürükleyen o müstesna süreç, adam ekip dikmeye devam etmezse köyü cinler basacağı için ahali zorluyor bir yandan, söz vermelerine rağmen hiç de yardım etmiyorlar, at hafızaya, bir şey olmazsa unut gitsin. Tabii sadece mahluklar yok piyasada, büyüsünden bedduasına yüz türlü bela var, bir de köylünün tuhaf inançları eklenince tam şamata. Ben de şehirli bebe olarak kurcukluyorum işte, “O ney lan öyle?” diyorum içimden. Mesela kadınlardan biri doğuracak, doğuramıyor, hoca okuyup üfledikten sonra esas üfürtüsünü saçıyor: doğum yapmadan önce kadınların ruhu öte dünyaya çağrılırmış, meleğiyle şeytanıyla oraya gidermiş kadın, günahı çoksa çocuk gelmezmiş bir türlü. Ne yapılacak, kadının ağzından su dökülecek ki o su kadının sesini alarak Allah Dede’ye varsın, yakarıp yakarsın, af dilesin, o zaman kadının ruhu da döner, çocuğu da doğar, üç gün sonra ölürse bu kez kadının günahlarının tamamen silinmediği veya eşinin acayip günahlar peşinde koştuğu söylenir, dava kapanır. Üfürükçüsü çoktur oraların, kadınların oralarını buralarını ellerler, denk getirirlerse cinsel ilişkiye girerler, normal. Verdikleri akıllardan biri şöyle, diyelim nişanlı çiftimiz dolu dizgin aşk yaşıyor, kadın bir başkasına tutulup gittiğinde adamın ailesi mezarlığa dönüp “Onma!” diye ünlerlerse kadının doğacak çocuklarına mutlaka Azrail uğrarmış, kesin bilgi. Bir de köylüler Antik Yunan’ın tıp usullerine gönülden bağlılar, günden güne kötüleşen bir çocuk gördüler mi kör jiletle bıngıldağın derisini kesip dilim dilim kaldırarak pis kanı akıtıyorlar, çocukların bıngıldakları on beş günde bir kanatılıyor. Bunu ben en son Tom Jones‘ta görüp fenalık geçirmiştim çünkü sevmiştim karakteri, esas oğlan bir hana gidip takılırken kafasına çat diye vuruyorlar, herifin başı yarıldığından kan fışlıyor, basınç yapan kötü kanı vücuttan atmak için başka bir yerini daha yarıyorlar sonra. Köylülerin bir şahanesi de “kurbağacık kestirmek” diye anılan iş, çocukların dilinin altındaki deri parçasını cart cart kestiriyorlar, böylece tutuk konuşmuyor çocuk. Ha, köye bir bayan öğretmen gelmiş mesela, küçük çocuğunun ne dilini kestiriyor, ne kafasını şaplattırıyor, ne toprağa yatırıyor, ne ağzına kertenkele sokuyor falan, köylüler hemen kadını sıkıştırmaya başlıyor çünkü cahillik yüzünden çocuğun canı uçup gidebilir. Muallimlikte de cahillik varmış demek ki, anlıyorlar. “Gerçekten kendileri çocuğu yatırırken boylu boyunca sıcak toprağa gömüyorlar. Kundak bağıyla da üstünden sıkınca çocuk iyice terleyip pişiyor. O toprağı az zamanda pisliğiyle ıslatacağı kesin çocuğun. Ama ağıdını sızısını kimse dinlemez, bugün ikindiden yarın kuşluğa kadar kundağın düğümüne el süren olmaz…” (s. 21) Makal da bunları yazar işte, basması için Bay Yaşar’a yollar, yazılar basılır, sonra amirleri silsile halinde bunun üzerine gelip yazı çizi işinin bomboş olduğunu söylerler. Makal’ın durumunu merak ettim gerçekten, usulca anlatıyor da koşup müdahale ettiği, kafayı yedirten olaylar olmuş mudur acaba, öfke krizi geçirmiş midir, geçirdiyse köylüden bir temiz sopa yemiş midir? Öğretmen arkadaşlarının köyden, meslekten kovulduğunu anlatıyordu birkaç metninde, kendi başına öyle işler gelmemiş galiba. Hasılı bu hortlaklar falan bir sağlam korkutmuş köylüleri, öğretmen de yazmış. İyi yazmış.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!