Gaëlle Josse – Sessiz Saatler

Resim. Magdalena Van Beyeren klavsenini çalıyor, sabah güneşi odaya yayılmış, hizmetçi yerleri süpürüyor, yataktaki kadın/adam keyifle dinliyor Magdalena’nın çaldığını. Yataktaki dışında resimde ne varsa günlüğünde anlatmış Magdalena, yerleri süpüren Sarah’nın topalladığını, daha da önemlisi “evin bir insanı” olduğu için tabloda yer almasını istediğini. Zengin işi, malum, ressama paralar dökülür, kodamanlar en iyi hallerini çizdirirler, sahip oldukları ne varsa arkaya bir yere koydururlar. Statü göstergesi. Mag mütevazı, olandan başkasının yer almamasını istiyor. Arkası dönük çünkü eşi Pieter odayı ayırmış, zorlu geçen son doğumun ardından cinselliği bitirmiş, Mag için en iyisini yaptığını düşünüyor ama eşini incecik dalları kırar gibi kırdığını düşünmüyor, Mag acısını kendince gösteriyor böylece. Pieter kötülük düşünmüyor, sadece kapkalın bir tüccar, tıpkı anlatıdaki çoğu tüccar gibi. Günlük de bu acının sonucu, Mag biraz matematik bilmesinin dışında dünyaya hakim değil, yazabildiğince yazıyor, basitçe. Novella sırf iç döküm, sıradan bir kadının sıradan yaşamı. Josse meşhur resimden bir metin çıkarmış, burjuvalardan bir burjuvayı merkeze almış, kapitalizmin nimetlerinden faydalanan, diğer yandan köle ticareti yapmanın Tanrı tarafından cezalandırılacağını düşünen Mag’ı da sınıfının biraz sıra dışı timsali olarak bırakmış ortaya, tamam. 1667’den Hollanda menşeli bir hikâye, denizlerdeki gücünün zirvesinde bir ülkenin hızla zenginleşen kesimini, ticaret kapitalizminin palazlanmasını boydan boya yayabildiği için hoş. Formun getirdiği serbestlikle Mag’ın yaşamı çerçevesinde değinmediği mevzu yok, toplumsal olaylara bakışı bu temelde. Pieter’in seksten istifa etmesiyle birlikte hatırlıyor seks işçilerini, “hafifmeşrep kızları gücüyle onurlandıracak bir koca yüzünden yasa gömülmek” şu düşünceyi doğuruyor: “Bu üzücü ticaret sokaklarda gitgide çoğalıyor ve hizmetçi kızlar tavernalarda aralarında bundan alçak sesle söz ediyorlar. Eh, erkekler işte böyle; hep başka bahçeleri arzularlar.” (s. 82) Evinden gezi tozu dışında hemen hiç çıkmaz Mag, tavernaları anlatabilecek bir eşi dostu, hele erkeklerle ilgili ahkam kesecek meşrebi hiç yoktur, haliyle bunları ve diğer üfürmeleri anlatıdan taşanlar olarak görebiliriz. Çocukluğunda kenar mahallelere gitmiştir bir, arkadaşlık kurduğu hizmetçinin teklifiyle gizli saklı dolandığı yerde bir adamın kılıçla katledildiğine şahit olur, dışarıya dair görgüsü bu kadar. Takip eder olayı, ceset bulunduğu zaman civarda oturan yaşlı bir kadının suçlandığını öğrenir, idamı durdurmak için harekete geçmek ister zira olayı baştan sona izlemiş, cinayeti işleyen iki adamı yakından görmüştür. Ne ola, hizmetçi söz verdirir, işinden olmak istemediği için kızı susturur. Vicdan azabıyla yaşamak zorundadır artık Mag, ruhunun incelmesini sağlayan olaylardan biridir bu. Müzik var elbet, çocukları da enstrüman çalarlar, vokal yaparlar, yarı profesyonel icralar evi şenlendirir. Bir kezinde Fransız tüccarların ziyareti sırasında kızların küçüğü Elisabeth’in sesinden etkilenen Ambert markisi elindeki bardağı sıkarken kırar, büyüyü bir haykırış ve camın kırılma sesi bozar. Ertesi gün memleketine dönmek üzere yola çıkmadan önce Elisabeth’e bir hediye sunar yaşlı adam, gençliğinin çoktan uzaklaştığını, yoksa Elisabeth’le mutlaka evleneceğini söyler. Yan hikâyeciklerden biridir bu, gündelik olayların üstünkörü yansısı. Yemek sırasında konuşulan ticari meseleler, tüccarların halleri tavırları yer almaz günlükte, her kayıt tek bir olaya yoğunlaşır. Günün acıyla uzamışına bakalım, Pieter’in sahibi olduğu şirketin Amsterdam nam gemisi Afrika kıyılarında fırtınaya yakalanarak Amerika’daki büyük İspanyol tarım işletmelerine gidecek “yolcu”larla birlikte batmıştır, Mag’a göre insanları Hindistan cevizi torbaları ya da tarçın fıçıları taşır gibi taşımak doğru olmayabilir, doğru da olabilir, bilinmez. “Hollandalı yolcular oralarda kadınların bizim gibi çığlıklar ve kanlar içinde doğum yaptıklarını anlatıyorlar. Bebekleri, renkleri dışında, bizim bebeklerimize benziyormuş; anlaşılan onları büyük bir özenle besliyorlar.” (s. 86) Aynılığı annelik üzerinden kurmak, beslenme üzerine yargıda bulunmak Mag hakkında en sağlam fikirleri verir muhtemelen. İkinci konu kâr hırsı, geminin kaptanının her yere borç taktığı, kumar bağımlılığı yüzünden mahvolduğu ortaya çıkar, zaten kişisel sandıklarının satılacak ıbık cıbıkla dolu olmasından durumu bellidir ama kaptan yokluğundan mıdır nedir, işin kurdu olmuş Pieter ve Mag tehlikeyi görmezler. “Bu, sürmekte olan bir uygulamadır; bütün kaptanlar bir sefer sırasında kazançlarını artırmaya, kendi hesaplarına ipek, basma gibi mallar ya da porselen eşya satın alıp satmaya çalışırlar. Bu yüzden yüzlerce tayfa, asker ve köle hayatını kaybetti. Bu iş bir kaptana yakışmıyor.” (s. 87) Hmm, “köle”, demek Mag’ın olan bitenden haberi var ama gemileri batana kadar Pieter’ı ikna etmeye çalışmıyor köle ticaretini sona erdirmek için, yani Mag’a koşulsuz bir güvenle yaklaşmayacağız, güvenilmez anlatıcıyla aramıza koyacağımız mesafe dank. Haliyle şu bölüm biraz teyyare, Mag vicdanını rahatlatmaya çalışıyor: “Hükümetimiz kendi topraklarında köleliği yasaklıyor, bilmiyorum neden bu işe başka yerlerde izin veriyor. Bana öyle geliyor ki Birleşik Eyaletlerimiz’de akla yatkın gibi görünen bir şey başka yerlerde de akla yatkın olmalı.” (s. 87) Bir sömürgenin günlüğüne döndü metin, böyle de okunabilir. Ha, Pieter’ın yaptırdığı portresinde çalışma masasının üzerinde porselen eşya, ayaklarının dibinde Hindistan cevizi ve tarçın torbaları var. İnce. Porselenin hikâyesi Çin’e uzanıyor, başlarda Mag’ın babasının, sonra şirketin devredildiği Pieter’ın gemileri Çin’e gittiği zaman malları ucuza kapatamamaktan acı çeker gibi bir hali var kadının, oralı tüccarlar gemileri uzun süre limanda tutup fiyat yükseltir, alabilecekleri en yüksek fiyatı alınca salarlarmış porselen tabak çanakları ama artık memlekette de üretiliyormuş onlar, Çin’e bu yüzden gitmeye gerek kalmamış. İngiltere’nin pamuk konusunda Hindistan’a yaptıklarını Pamuk İmparatorluğu‘ndan biliyorum, bir benzerinden Çinliler de mustarip olmuşlardır muhtemelen. Üretim yer değiştirdikçe veya metanın daha ucuza daha iyisi üretilince esas üreticilerin çarkına sokulan çomaklar büyük sorun, tekelleşmenin tamamlanması en beteri. Başka mevzu.

Mag’ın ilk yazılarında şöyle genel bir manzara var, Hollanda’nın topraklarının balçıktan başka bir şey olmaması ve “köylü kadınların eteklerinden ayrılmayan çocukların” sayısının hızla artması ülkenin en büyük sorunları. Temel gıda maddeleri karşılanıyor ama daha fazlası lazım, o zaman ticaret öne çıkıyor. Denizciler, kaptanlar, tüccarlar hızla çoğalıyor, topluluğun gururu ticaret haline geliyor. “Bizler bu dünyada en güçlü tüccarlarız. Bu işe yaptığı katkıyı bilip de bundan kim gurur duymaz ki? Bizim egemenliğimiz deniz üstünde kuruldu, çünkü biz denizle ilgili işlerde ustayız. Gemilerimiz küçük, ama kullanışlıdır. Sınırlı sayıda bir ekiple yetinirler. Portekizliler, İspanyollar ya da İngilizler için aynı şey söylenemez.” (s. 16) İngiltere ağırlığını henüz koymamış, Hollanda ticari anlaşmaların dayatılmasıyla topu atmamış, lale çılgınlığı atlatılmış nihayet, ülkenin her yerinde insanlar hangi dinden olurlarsa olsunlar huzur içinde yaşayıp al ver yapıyorlar, paranın Hollanda’ya aktığı zamanlar yani. Mag’ın babası armatör, oğlu olmadığı için en büyük kızı Mag’ı muhasebeci gibi yetiştiriyor, işini iyi yaptığı için şirkette yükseltiyor bir yandan. Pieter’la tanışıyor Mag, genç kaptandan hoşlanıyor, evlilik. Ölen dört çocuğu var, acıları taptaze, yaşayan çocuklarıyla -biri hariç- arası iyi. Catherina vicdansız bir kız gibi görünüyor, Mag’ın sözleriyle bitireyim yazıyı: “Hayatı olduğu gibi kabul edip bununla yetinmesini dilerim. Bunun uzun, kimi zaman da acı bir çıraklık dönemi vardır, biliyorum.” (s. 62)

Carsten Jensen’in Biz Boğulanlar‘ını anmadan bitiremedim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!