Attilâ Şenkon – Hoş Bulduk Hayat

Yazı bittiğinde şarkıyı durduruyorum, kaç gündür aynı yere denk geliyor. Ben böyle şeyleri önemserim, orada bir şey akar, burada bir şey yazarım, isabet olur. Al buradan bir kuruş, başka isabet eden şeyler de var, Şenkon’un kırk yıl arayı birkaç dokunuşla kapatmasının büyüye vardığı metni diyelim, sıkıdır. Gösteri değildir, metinlerin gösteriye dönüştüğü günde soluktur ayrıca, çağımda istediğimi bulabileceğimin işaretini geçtim, kanıtıdır. Yine çatlağı patlağı vardır da eksiği gediği yoktur, tamdır. Nedir, klişeyle başlar, başlamakla bitirmek arasındaki yarımlık ilişkisine değinen Hüsrev Bey’in itelediği metni er geç yazıp bitireceğini söyleyen Ekrem’in 1976’dan gelen sesi vardır iki anlatım çizgisinden birinde. Hüsrev Bey her başlangıcın bir yarım kalma riskini taşıdığını da söylerdi belki, hayatta olsaydı. Ekrem’in aklından geçenler yenilikçi değil pek, yazdığı metnin Hüsrev Bey’inkileri andırarak diğer çizgide arıza çıkarması aynı tutukluğun sonucu, yazarımızın özgünlüğü tartışma konusu. Epizodik anlatı, makara dönerken 2016’ya uğrayarak Sema’nın dünyasını gösteriyor, o yanda sevdiği derginin genel yayın yönetmenini ziyarete giden bir araştırmacının heyecanı var. Ardında bıraktığı öğretmenlik deneyimini unutmak istiyor Sema, mobbing davası açacak ama daha var buna. Nasıl denecek, sarmalın osuyla busunu ardışık anlatmak biçimin ta kendisi olduğuna göre parçaları uç uca ekleyip çizgileri ayırayım ama böylece yiteceği de söyleyeyim: kısa parçaların birbirine sürpriz yapmaya meyilli yanları var, eksiltili bilgilerin bakışımla tamamlanması var, mesela bir bölümde bahsedilen ayrıntı kırk yıl öncesinde veya sonrasında anlamını gösterecek şekilde yerleştirilmiş. Upuzun zamanı aşan bir çatlağın metin boyunca ilerlediği. Aslında kapalılıkla gayet halledilebilecek malumatın kısa parçalarda illa verilmesi anlatının en büyük cortlaması olsa gerek, bitmek bilmeyen düşünce gevezeliği: “Eski işimin reflüye yol açan ve beni doktorlara taşıtan sıkıntısını nihayet Kudsi Hala’nın zamanında milyonlar vererek Epe Hasan’dan aldığı beş katlı yalısında, yeğenimin bana silah çekmesiyle sonuçlanan o akşam yemeğinin anılarıyla dolu kuburunda huzur bularak atlatacaktım.” Dağıtalım şunları, hepsini vermek zorunda değiliz, hepsini bir yere yığmak zorunda değiliz, yoğunluğu seyreltmeyle düşürebiliriz, hem metin biraz daha kapanır ki zort zort anlatmamış oluruz her şeyi, hoş durur. Diyaloglarda bir çiğlik var, kesin. “‘Bütün yurtta cumhuriyetimizin onuncu yılına yakışacak görkemli kutlamalar planlanıyordu. Maarif Vekâleti’nden okullara yazı gönderilerek gerekli hassasiyetin gösterilmesi hususunda ricada bulunulmuştu.’” (s. 63) Resmî yazışma diliyle de sohbet edilmez bu anlatının havasında, Hüsrev Bey biraz eski adamdır ama mahkeme kafalı değildir, böyle sözler etmesi için çocukluğunu bir yerlere salmış olması lazım. Gözüme çarptı da, Jenny Offill bu türü ne uçurur, ne şık yapar şu işi, hay! Öyle, Ekrem’in çizgisine geleyim, arkadaşı Ali’nin salığıyla taşınmıştır Hüsrev Bey’in evine, ilk karşılaşmalarında azıcık ukalalık etse de kendini sevdirmiş, İkinci Yeni şairleriyle aynı masalarda oturup metinlerini sessiz sakin yazan şairini el üstünde tutmuştur. Şandan yana değildir Hüsrev Bey, kalıbının ve yaşının adamı hiç değildir, pek büyümemiş ve büyüsünü yitirmemiştir, Ekrem’in rol modeli olup çıkacaktır haliyle. Yazılan metin için söyleyeceği sözler vardır, aralara serpilir, hani yarımlık dediğimize göre yayımlanmasını istemediği metinlerinin yakımını Ekrem’e bıraktığına göre kendinin zincirini kırar bir yerde. Edebiyat tarihinin böyle kayıp tanelerle dolu olduğunu göstermek için mi kendi metinlerinin yakılmasını ister bilmem. Bu eksikliğin bir alımı var, kayıp parçalar edebiyatı yoksullaştırmaz da yaşamı tümler gibi geliyor bana, hani o son metni tamamlamadan ölmek istemeyen yazarların uğraşı anlaşılır da bir şeyleri zorlamadan, belki son parçayı yerine koymadan ayrılmak dünyadan, hiç gerçekleşmeyecek ihtimalleri canlı bırakarak. Kafka’yı anar Ekrem, vasiyeti yerine getirecek, Hüsrev Bey’in yayımlanmamış nesi varsa küvette bir avuç köle döndürecek, kim bilir neyin tozu şiirleri yandıracaktır. Ali’nin hediye ettiği ajandayı metinle doldururken Hüsrev Bey’in yaşamını ister istemez yansıtır anlatıya, otobiyografik gibi görünen metni istekle yazar, öldüğü zaman terekesinden çıkan ajanda meşhur bir edebiyat dergisinin yazı işleri müdürü Ömer Argun’un eline, ondan da Sema’ya geçecektir. Hüsrev Bey’in eserleri üzerine yazdığı akademik metinlerle nam yapmış Sema için mucize bu, kaç yılın ardından ortaya çıkan metni gördüğü zaman gözyaşlarını tutamaması anlaşılır. El yazısıyla yazılmış romanın Hüsrev Bey’e ait olamayacağını tercih edilen sözcüklerden çıkarır da yazıyı kıyaslamayı neden düşünmez, burası anlaşılır değil. Ekrem giz değil, Hüsrev Bey’e yoldaşlık ettiği malum, eh, defter de ondan kalanların arasından çıkmış, ikiyle ikinin ettiğini görmemek düşürüyor metni. Neyse, Sema’nın mobbing davası yan hikâye, güvendiği insanların mahkemede suçluyu savunmaları canını yaksa da insanları anlamıştır, suçlunun huzursuz olması yeter. Sema’nın sabrının sınanmadığı an yok gibidir, metnin Hüsrev Bey tarafından yazılmadığını anlayınca Ömer Argun’la görüşmek ister, gerçeği heyecanla anlatırken hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaşır: patron hikâyeyi kabul etmez. Baskı üzerine baskı yapacak bir kitaba dönüşecektir Sema’nın elindeki, gerçeği neden söylemeli? Hemen bir çember çizelim, Darende’de büyüyen Sema daha çocukluğunda karşılaşmıştır Hüsrev Bey’in şiirleriyle, fotoğrafçı Cem’le bir çocukluk aşkını filizlendirirken. Büyürler, aileler karşı çıkınca bir araya gelemezler, Sema üniversite okumak için büyük şehre gelir ve annesinin hainliği yüzünden Cem’in yolladığı mektupları alamaz. Yıllar sonra Darende’ye döndüğünde Cem’le karşılaşacaktır, göbeklenen ve kelleşen Cem o eski duyguları uyandıramaz, annesine şükreder Sema çünkü en yakın arkadaşı ne etmişse Cem’le evlenmeyi başarmıştır. Kırılır Sema, laf eder, Cem onca mektuba cevap alamadığı için umudunu kestiğini söyler. Hüzünlü hikâye. Diğer yanda Hüsrev Bey’in gençliği var, öğretmen olarak çalıştığı Darende’de okumasını sağladığı yoksul çocuk Sema’nın dedesiymiş meğer, öğretmeninin şiirlerini pek sevdiği için torunu Sema’ya da okutmuş, bağ oradan. Ekrem’de deprem ve yetimlik var, hikâye hemen açığa çıkmaz ama Hüsrev Bey anlamıştır herhalde, Ekrem’e duyduğu yakınlık Gülten Akın şiirlerini sevmenin ortaklığından doğmamıştır bir. Vicdanlı adamdır, iyi şairdir, bunun yanında abisiyle dalaşmayacak, sevdiği kadını ardında bırakacak kadar da küseğendir. Şiir yazmaya başlamasına neden olan kadınla âşıklık ederler ama deyyus abi yine deyyusluk yaparak kardeşini savar, o günden sonra bir daha konuşmazlar. Ali için üzünç, amcasıyla babası arasındaki dargınlığın sebebini bir türlü öğrenemeyen genç adam ikisini yan yana getiremeyecektir, Hüsrev Bey’in cenazesinde bile.

Şu bakışımlar, Sema bir yerde Hüsrev Bey’in “yaşlı” yerine “ihtiyar” sözcüğünü tercih edeceğini düşünür, metinden şüphelenmeye başlar. Ekrem’in dediği: “Kahramanıma bir ad vermeyeceğim. Çocuk, genç ve yaşlı diye söz edeceğim ondan. Hüsrev Bey bağışlasın beni. Yaşlı sıfatını yanlış bulur, ihtiyarı kullanırdı onun yerine.” (s. 75) Metin kırk yıl önce, büyülü gerçekçiliğin hiç bilinmediği bir zamanda büyülü gerçekçi unsurlara bulanarak yazılmıştır, Ekrem’in bu tavrının kaynağını şiirlerde buluruz. Darende’ye dönen Sema çok sevdiği şairin hayat hikâyesini annesinden de dinler, bildiğimiz mevzular. Ajandanın sonunda Hüsrev Bey’in isim şehir oyununda kullandığı bir kâğıt vardır, yazdığı sözcükler bize Hüsrev Bey’in anlattığından çok daha fazlasını anlatırken Sema’ya ipuçlarını bir bir verir, bu kâğıdı da Ekrem’in sona eklediğini öğreniriz. Kısacası orasından burasına gidip geldiğimiz hikâyeler birleşir de üç karakterin yaşamına dönüşür, birinin bittiği yerde diğeri başlar.

İyi roman, okunası.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!