Attilâ Şenkon – Yalan Satıcısı

Pasajlardan oluşan bir novella diyebiliriz, dedim. Şenkon’un yazarlığını rahatlıkla beğenebiliriz, beğenelim ama malumat bombalarından gına geldiğinde metnin sonunun yaklaşması için dua edelim, daha fazla bombalanmaya gücümüz kalmayınca anlayalım ki gizem ortadan kalkmış, hikâyeler sürüklemiştir anlatıyı. Kıtır’da yazı çizi eşyalarını masaya yığmış anlatıcımız tuvalete en yakın noktayı kurmacaya üs bellemiş, tanımadığı insanlar tebelleş olunca defansı sağlam kurmuş, arkadaşlarının gelmesini dört gözle beklemektedir. Kimiyle yıllardır görüşmemiştir, kimi peşini hiç bırakmamıştır, yazma eylemi boyuncaysa aklından hiç çıkmamışlardır, yayınevine teslim ettiği onca dosyadan sonra bir yenisinin üzerinde çalışmak doğal bir çağrıdır onlar için. “Dışarıdan bakıldığında yanım ve karşım boş görünse de, benim masam her zaman doludur aslında. Mesela tam şu anda, yazdıklarıma ara verdim, Pepuk ve Zinar ile birlikte oturuyorum. Dosyayı yayınevine teslim etmeden önce kendilerini bir önceki romanımdan neden çıkardığımı açıklıyorum onlara.” (s. 13) Masanın doluluğu anlatıcının verdiği isimlerden ötürü biraz muallaktadır, romandan çıkanların neliği belirsizken bir de yolda olanları düşününce tam olarak ne işlerin döndüğünü anlayamayız. Anlayamamak iyidir. Her şeyi anlamamız gerekmez, yazarın her şeyi metne dökmesine gerek de yoktur ama Şenkon bence biraz kaçırır ölçüyü, çaprazdaki masada oturan kadının anlatıcıya tuhaf tuhaf baktığını söyler. Gelenler aslında gelmemişlerdir, masa boştur, anlatıcı kendi kendine oynamaktadır oyununu. Biraz gürültülü bir şekilde, öyle anlaşılıyor. Bunun yanında karakterlerini kesin, sınırları belirgin sorunların ortasına atıyor, kaçarsız. Birinin tiyatro geçmişiyle aile faciasını tokuşturuyor, diğerinin eylemciliğiyle burjuva sevgilisini çakıştırıyor, araya Cumartesi Anneleri’ni mutlaka katıyor, dertler tepeden boca ediliyor. Biraz rahat bırakmak lazım oysa, etkiyi yaymalı, diyaloglara veya anlatıcının faşçılığına yığmamalı. Karakterlerin kitabî bir Türkçeyle konuşmaları hayatın doğal akışına aykırı diyeceğim, sonra bunu bir eleştiri olarak görmek isteyeceğim ama yer aldıkları metinlerde de aynı şekilde konuştukları için vazgeçeceğim, yordu. Işık Şensoy’un peşinden gidelim biz, insanlarına bakalım, kurgusunun sıkılığından tutalım.

Her karakter için ayrı bir üslup geliştirmiş Işık, kısa cümlelerin alt alta dizildiği bölümlerde suflörü, italikle yazılmış bölümlerde akademisyeni öne çıkarıyor mesela, karakterlerin yan hikâyelerinin yanında tuvaletin yanındaki masada toplaştıkları sıradaki konuşmaları, etkileşimleri de hoş. Ayrı ayrı ele alınca manzara şu: Hayri dört yıl beş ay boyunca sevgili olduğu Berna’yla ilişkisini bir süre önce bitirmiş, muhtemelen yıllar sonra karşılaşmışlar, Berna memleket meselelerine kafayı aşırı takan eski sevgilisinin kelleşmesinden memnun gibi görünüp uzuyor. Hemen geçmişe gidip tanışmalarını görüyoruz, Berna arabasına aldığı Hayri’nin ODTÜ’de hoca olduğunu öğreniyor, Ergenekon’u da öğreniyor çünkü o günkü duruşmayı radyodan dinlemek isteyen Hayri’nin mevzuyla ilgili açıklamasına hiçbir karşılık vermiyor, memleketin hali hakkında pek bir bilgisi yok. Boş durur mu, Hayri de atıyor malumat bombasını, tıka basa dolduruyor hikâyeyi: “‘7 Ocak 2009 Çarşamba gününün haberleri de dışarıdaki hava gibi iç karartıcıydı. Neler oluyordu güzelim ülkemde? Bütün bunlar, insanları sindirmek, aydınlara gözdağı vermek için kurgulanan bir oyun muydu?” (s. 16) Valla bir kahpelik dönüyor olabilir çok affedersiniz, kim bilir? Bundan başka, Berna’nın arkadaşlarının ortamı da aşırı üfürükten, aşırı karikatür. Survivor düşkünü gençler televizyonun başına koşuyorlar çığlık çığlığa, sözcükleri hayvan gibi uzatarak söylüyorlar, hani Cüneyt Arkın’ın şu sahnesini andırıyor olanlar. Hayri, “Hepinizi döverim ülen,” diyemiyor, basıp gidiyor en sonunda. E, iki gün sonra Berna’nın doğum gününde yine aynı tayfanın masasında? Kıza nasıl tutuldu, onca tatavayı neden çekti, altı bomboş olduğu için mantığa yatmıyor yani. Sonrası daha iyi, pavlikatör babanın ayarını yiyen Hayri hiçbir şey olmamış gibi bir süre sonra ailesine haber uçuruyor, tanışma yemeğinde şimşekler çakıyor resmen. Berna’nın babası Hayri’nin babasının yorgancılığını küçümsüyor, anneler takışıyor biraz, yemek öylece sonlanıyor da isteme günü Gezi Olayları patlak verince -kurmaca hemen gazete haberine dönüşebiliyor, yangını çıkartan kıvılcımları günü gününe takip ediyoruz- arabaya atladığı gibi İstanbul’a gidiyor Hayri, olayların göbeğinde. Döndüğü zaman her şey iptal olmuş tabii, Berna yakın arkadaşının abisiyle bumçikibum yapmış, nokta konmuş. Artık Hayri’nin günlük rutinine dönmesi, olanları unutması lazım değil mi, değil, pavlikatör çağırdığı için iyice sümsükleşip bir de adamın ayağına gidiyor, esas paparayı yedikten sonra böcek gibi atılıyor oradan. Saf değil bu adam, aptal değil, eylemden eyleme koşturup Berna’yı da aktif eylemci yapmaya çalışarak ilişkiyi sürdürmeye çalışıyor ama hiç olmamış, diğerlerinin yanında şıkır şıkır parlıyor. Pepuk’la Zinnar’ın öyküde yer almamalarının gerekçesi bile daha iyi çünkü o bir kuş, ona açıklama yapılabilir, Işık’ın bir Dersim efsanesiyle birleştirerek kurguladığı öykü okurda da gözyaşlarının akmasına yol açabileceği için -Işık ağlamış, okurun da ağlamasını istememiş, ona göre kötü bir şey bu- dosyadan çıkarmış iki efsanenin olduğu bölümü, eh.

Konservatuvardan Arif’e bakalım, Suzan’la Hayri’nin masaya oturduğunu görünce o da çöküyor yanlarına, böylece Işık’ın kadro tamam. Arif’in dili tam kentli bir beyefendinin dili, serde oyunculuk da var, geçmişse kapkaranlık. Konservatuvara giren Arif hemen Suzan’a tutuluyor, Suzi de diyebiliriz çünkü annesi Fransız mıydı, babası mı Fransız’dı, öyle. Hayri’yle birlikte iyi bir üçlü, yakın arkadaşlar. Arif’in eşşek babası yıllar sonra af dilemek için ortaya çıkınca oğlanda bir korku, affetmeye gönlü yok ama adam her oyuna gelip oğlunu izleyeceğini söylüyor, katlanılamaz. Seçmelerde bütün yeteneğine ihanet ediyor Arif, çok kötü oynuyor ve suflör kadrosuna katılıyor, Hayri’yle Suzi’yse döktürüyorlar resmen, özellikle Suzi aşırı ünleniyor. Oyunculuğu hakkında iyi şeyler söylenebilir mi bilmem, Arif’in kendisine duyduğu ilgiyi bildiği için oyunlardaki aşk tiratlarından bölümleri unutur gibi yapıp Arif’e söyletiyor. On numara buluş. Ne zaman ki evleniyor Hayri’yle, o zaman bu sufle işini bitiriyor, Arif aşkını içine gömüp emekli olasıya çalışıyor tiyatroda.

Sağkız’ın Doğu’da şahit olduğu dehşetler başlı başına bir roman, Orhan’la karşılaşmasıysa sürpriz. Işık’la çocukluk arkadaşı Orhan, Sağkız yaşadıkları apartmandaki kapıcı ailesinin kızı, böylece Işık’ın otobiyografik ögelere sıklıkla yer verdiğini anlıyoruz. Neyse, Orhan’ın eşi öldükten sonra Orhan ve kızı Tuğçe birbirlerine biraz fazla yaklaşıyorlar Orhan’ın annesine göre, baba-kız ilişkisinin ötesine geçmiş olabilirler, telefonda birbirlerini kaydettikleri isimlerden işkilleniyor anne. Orhan ölüm döşeğindeyken anlıyor mevzuyu, sonra oğlunun kalbinin nakledildiği kişiyi bulmak için Sağkız’ı aradığı ortaya çıkıyor. Tam köpeklik, aileyi apartmandan attıran, Sağkız’a böcek gibi bakan anne yıllar sonra hiçbir şey olmamış gibi salça oluyor Sağkız’a, Sağkız’sa adamı buluyor ve Tuğçe’ye haber veriyor. Adamla evleniyor Tuğçe, babasının kalbine âşık, sonra ikisinin başka karakterlerle bağlantıları ortaya çıkıyor. Işık’ın yaşamından kopup geldikleri için illa bir akrabalık, bir tanışlık, bir bağ çıkıyor ortaya, birbirlerinden çok da uzak evrenlerde yaşamadıklarını anlıyorlar. Zihin kurmacaya kendinden katıyor bir, insanlar yabancı değil. İyi de oldu öyle, metin tamamlandı, Işık masadan kalkıp Kuğulu’ya, oradan annesine gitti ve aile ritüeliyle kutladı metnine koyduğu noktayı.

Şenkon’un kurguları başarılı, çektiği bağlamalar iyi ama karakterlerinin derinliklerini beğenemiyorum bir türlü, çok açık veriyorlar gibi geliyor bana. Karanlıktır karakter, en azından karanlıkta kalan eylemleri vardır, kim pasparlak yaşar ki?

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!