Katherine Mansfield – Ölü Albayın Kızları

“Yolculuk” bitti, ne kadar da “Parasız Yatılı” bir öykü diye düşündüm. Hani var mıdır diye bir bakındım, karşıma şu çıktı. Füruzan’ın kaynaklarından biri olacak Mansfield, muhtemel. Karakterlerle mesafe var, eylemlerin gösterdiğinden fazlası pek yok, özellikle ikinci öyküde bunun daha başarılı bir örneği de mevcut ama diğerleri “final fişeği” diye üfürdüğüm bir teknikle bağlanıyor sona, onca şey yapılıp edildikten sonra karakterin hiç bakmadığı kadar derinden bakması kendine, olanları düşünür gibi dökmesi hikâyeye, yaşamından bir kesiti diğer hikâyeleriyle birleştirmeye çalışırken mantığını heyehöy ünletmesi, anlatıcının serbestliğini, dolaylılığını bir anda faş etmesi, bu. Şiddeti ayarlanabiliyor tabii, göze sokmalısı var, ses etmemelisi var, muhtelif. Her şekil kabul, olduğu gibi değil de öykünün bütünüyle ele almak lazım çünkü başka bir numarayla bağlantılı olabilir, olmayabilir, modern klasik denebilecek Amerikan öykülerindeki sabit tonu bu yüzden pek tutmuyorum çünkü buradan türeyen yekparelik sıkıyor beni, severek okuyorum ve başkaca okumuyorum uzun süre, o boğuntudan kurtulmam gerekiyor falan. Neyse, “Yolculuk”ta önce mekan lazım ki karakterler şöyle iyice bir devinsinler, yakın çekimle görelim. Picton gece yarısına doğru kalkacak, limana uzanan eski iskelede yürümeye başladıkları sırada denizden esen hafif bir rüzgâr Fenella’nın saçlarına çarpıyor, kız hemen elini kaldırıp şapkasını tutuyor. Gece, gemi, yürüyen kimlerse onlar, yürüyenlerden biri Fenella. Uzunca cümlelere sığdırılmış bilgi kapsülleri, lop yutulsun diye anlık zoom’larla detaylandırma, tamam. Fenella’nın babasıyla babaannesi -nine diyeyim- yanında, telaşla yürüyorlar, ninenin şemsiyesinin kuğu başı biçiminde olan sapı “çabuk ol” der gibi gagalıyor kolunu Fenella’nın. Şüphesiz ki gören gözler için burada nice hikmetler vardır, Fenella’nın gitmek istemediğini anlayabiliriz, gidecek olan o değilse yanındakilerin gitmelerini istemediğini çıkarabiliriz, ihtimalleri de anlatıyla birlikte sürükleyeceğiz. Annesiyle babasının arasında sürüklene sürüklene giden bir oğlan çocuğu daha var, mevzunun Fenella’yla ilgili olacağını sezdiriyor derken birinci düdük çalıyor, nineyle baba duygularını açık etmeden vedalaşıyorlar da Fenella zeki, babasının şapkasını da çıkardığını görünce şaşalıyor, ninesinin hıçkırmasını yakalıyor, babasının kendisine verdiği paranın 1 şilin olduğunu görünce bir daha dönmemek üzere gittiğini anlıyor, bir sürü şey. Ninesiyle babasının sarıldıklarını gördüğünde tepkisi: “Korkunç bir şeydi bu; Fenella hemen onlara arkasını döndü, yutkundu, bir daha yutkundu, sonra kaşlarını çatıp bir direğin üstündeki küçük yeşil bir yıldıza baktı. Ama gene arkasına dönmesi gerekti; babası gidiyordu.” (s. 7) Sinematografik basbayağı, bu tür anlatıda mekanın evrimi, değişimi karakterin alımlama biçimiyle iç içe olduğundan tasvire dikiz: “Artık bir yararı yoktu bakmanın. Kıyıda birkaç ışık görülüyordu; sonra kasabanın havada asılı gibi duran büyük saati; sonra, uzaklarda, karanlık tepelerde tek tük ışıklar…” (s. 8) Hafızanın zaman içindeki seyriyle aynı, bir daha muhtemelen dönülmeyecek bir yerden son izlenimler, silinmeye yüz tutuyor hemen, geride o son ışıklar kalacak bir. Gemi faslında bu yolculuğa ilk kez çıkılmadığını anlıyoruz, kamarotlardan biri “Mrs. Crane” dediği nineyi tanıyor, bir gün herkesin oradan gideceğini söylüyor arada. Nine itidalli, Fenella’nın kolay bir yolculuk geçirmesi için bir iki akrobatik numara yaparak sıkıntıyı dağıtmaya çalışıyor, sonuçta uzunca bir zaman birlikte yaşayacaklarına göre hemen ısınmalılar birbirlerine. Nitekim gece sabaha erince hemen ninenin evine gidiyorlar, yataktaki dede hemen doğruluyor ve torununa içten bir sevgi gösteriyor. Yitirilen zamanların bir daha geri gelmeyeceğini anlatan bir dörtlük var yatağın üzerinde, nine yazmış. Kadının ayrılıkların ilmini yaptığına dair veri sona tıkıldığına göre öyküyü bir de bu veriyle birlikte okumak için başa dönülebilir, sonuçta her eylem bir de bu dörtlüğün ışığında değerlendirilmeli, belki gözden kaçan ayrıntılar çıkar ortaya, kim bilir. Okuyan bilir. Hasılı klasik bir öykü bu, Mansfield türü sağlam bir silkelemiş, tozunu döküp yenilemiş, yol göstericilerden biri olmuş geçtiğimiz yüzyılın yazarlarına. “Resimler” kanımca daha engin hatta biçimi ve edimlerin akışkanlığıyla Cheever’ın “Yüzücü”süne model de olmuş. “Sabah saat sekiz. Miss Ada Moss siyah bir demir karyolada yatıyor, gözlerini tavana dikmiş. Bloomsbury’de, bir evin en üst katında, arkada bir oda; is kokusu, pudra kokusu, akşam sokaktan alıp yediği kızarmış patateslerin kâğıdının kokusu birbirine karışıyor.” (s. 16) Bir paragrafta vereceğini verdi anlatıcı, demir karyoladan patates kâğıdının kokusuna bu yokluk tablosu Ada’nın akşamları iyi, sıcak bir yemek yemediği için üşüdüğünü düşünmesiyle tamamlanıyor. Kapıdan içeri “dalan” kadın evin sahibi, getirdiği mektuptaki haber Ada’nın kurtuluşu olabilecekken yokluğun devam edeceğini söylüyor: yeni bir yapım yok, Ada’nın resmi sırada, gösteri dünyası ne bir varyetede ne de oyunda yer veriyor Ada’ya. Sebebini yine aradan dereden çıkaracağız, ev sahibi uzun süredir kirasını veremeyen kadına çıkışırken sevgili oğlunun Fransa’da olduğundan, bunun yanında her şeyin fiyatının hızla yükseldiğinden bahsediyor, kitap 1920’de yayımlandığına göre muhtemelen Birinci Dünya Savaşı’nın dertleri zorluyor insanları. Ada’nın çıkar yolu yok, o gün evdeki son günü, iş aradığı günlere dönüp şirket şirket gezmek zorunda. Ağzında eski günlerden bir şarkı, takıp takıştırıyor. Mansfield’ın her öyküye yerleştirdiği ya bir şarkı ya bir şiir var, hoş. İşte, Ada arayışına tepeden başlamadan önce gidip bir çay içmek istiyor ama servis henüz başlamamış, başka yere giderken taksi şoförünün teki, “Önüne baksana şişko!” diye bağırıyor, Ada düşünce akışını bozmuyor. Sonrası böyle ufak detaylarla bezenmiş mekan değişimleri, çıta giderek düşerken etraftaki insanların profilleri de düşüyor. Yumuşak geçişlerle gerçekleşen bir değişim, Ada geçmişine de gidiyor bazı, parlak günlerinden anılarla oyalanıyor, o sıra garson kızlarla sohbet ediyor, kendisi gibi iş arayanların hikâyelerini dinliyor, en sonunda oturduğu masaya çok iri bir adam gelip oturuyor, kısa bir muhabbetten sonra adam kimin evine gideceklerini soruyor. Baştaki geçkin şaşaadan bu noktaya yokuş aşağı ama dram yok, bir iki çöküş hızla savuşturuluyor. Başvurduğu bir yerde uzattıkları kâğıda baktığı zaman cevap vermesi gereken soruları görüyor Ada, vahşi bir ata binip binemeyeceği, uçak kullanıp kullanamadığı sorulmuş: “Sert sert esen soğuk rüzgâr Miss Moss’a saldırdı, yüzüne çarpıp geçti, açıkça alay etti onunla; o sorulara cevap veremeyeceğini rüzgâr da biliyordu. Square Gardens’ta, küçük bir tel sepet bulup, kâğıdı içine attı. Sonra, burnunu pudralamak için, sıralardan birine oturdu. Ama cep aynasında gördüğü insan korkunç derecede çirkindi, ağzını burnunu oynatıyordu; artık bu kadarına dayanamazdı Miss Moss; bir güzel ağladı. Ağlayınca açıldı, neşesi yerine geldi.” (s. 25) Oturacak bir yer bulmuş olması, ayaklarının yerden kesilmesi bile büyük mutluluk, evet, o ağlama fırtınası da geçti hemen, yıkılmaya daha çok var. Zamanının başyapıtlarından, öykünün güzergâhında önemli menzillerden biri bu, ders.

Kitaba adını veren öykü biraz daha açık diyebiliriz, otoriter babalarının ölümünden sonra ne yapacaklarını bilemeyen iki kız kardeşin zihinsel hapishanelerinden çıkışlarına bir adım kala verdikleri önemli kararla bitiyor, kaç türlü zincire vurulduklarını yine etkileyici detaylarla görebiliyoruz. Burjuvalardan bir burjuva ailenin alt sınıfla münasebetleri bir iki öyküde yer alıyor, o da takdire değer. Görüldüğü üzere bin sözcüğe vardım, sallapati yazmaya başladım, burada bitiriyorum ve kurguyla uğraşanlara Mansfield’ı hunharca tavsiye ediyorum.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!