Hande Aydın – Amor Fati

Neye odaklanılacağı, neye odaklanılmayacağı, nerede koşulacağı, nerede durulacağı falan, neyin dışarıda bırakılacağı, neyin eşeleneceğiyle ilgilidir. Anlatı. Tutarlılıkla ilgilidir, tempoyla ilgilidir. Bence Cumalı’nın dediğiyle ilgilidir, yani romansa eğer, her bölümünü öykü inceliğiyle kurmak, doldurmamak, doldur boşalt hiç yapmamaktır. Mesela Media’nın annesi Media’ya “Modi” diye seslenir. İyi. Media’nın gözlükleri John Lennon’ın gözlükleridir, metinde yüz seksen beş bin üç kez geçer bu ayrıntı. İyi. Media amuda kalkmayı başaralı yirmi yedi yıl üç ay, iki kilo domatese oturalı beş yıl sekiz ay falan geçmiştir, 62 numaralı otobüste giderken otuz iki yaşına girmesine on yedi gün kaldığını öğreniriz. İyi. Elindeki kitabı yolculardan birine verir, mutsuzluğunun hepsini tek seferde harcamamasını söyler, anlaşıldığına göre ilginç bir karakterdir ki böyle garip hareketler sergiler ilk bölümde. İyi. Psikolojisi, geçmişi, şusu busu hafif Beckett havasıyla sunulur, tamam. İlk bölüm alengirlidir böyle, edebî ataklar geçirir anlatıcı, iki üç korkunç örnek daha vereceğim de ilki şu: “O an tartsalar elli kilo fazla çıkardı. Omuzlarından abanıp, dizlerini büken bu ağırlığa dayanmaya çalıştı, başaramayınca olduğu yere çöktü. Koridorun başından virgül gibi, sırtını dönük olduğu sonundan nokta gibi görünüyordu.” (s. 13) Silah atılmış gibi ürkütüyor. Morga giriyor Media, sevgilisi Murat’ı teşhis ediyor. Gassalın yılan olduğunu öğreniyoruz bu arada, din görevlisinin “arkasına dolanıyor”. Taş kâğıt makas oynuyor Media ne yapacağını bilemeyince, valla hiç spoiler falan uğraşamayacağım çünkü kötü bir roman açıkçası, kaçacak sürprizi falan yok: doğumda ikizini “öldürmüş” Media, kordonu ikizinin boynuna dolamış, kendini bir nevi katil gibi hissetmesinin sebebi annesiyle babasının birbirlerine duydukları muhteşem aşk? İkisi o kadar muçmuçlarmış ki Media’yı unutuyorlar, kızlarıyla hiç ilgilenmiyorlarmış, bu yüzden ucube gibi büyümüş Media, bu yüzden sol kolunun ölü ikizi olduğunu hissediyormuş. Bağımsız bir kol. Karşılıklı oynayabiliyorlar böylece taş kâğıt makası. Ya açıkça çok parlak fikirler epey var bunun gibi, o kadar kötü bir biçeme sahip ki metin, ziyan olmuş resmen. Normlara göre marjda dolanacak bir karakter Media, çay takıntısı, Lennon gözlükleri falan, o kadar detayın, yukarıda iyi olduğunu söylediğim laklakanın getireceği tuhaflıkları bekledim durdum. Ne çıktı, üst kat komşusuna âşık olunca bir anda bütün garipliklerinden sıyrılan, sıradanlaşan, sıkıcılaşan bir karakter. Depresyona girdiği zaman gelip arkadaşı yıkıyor yani, Tuba’nın sabrı olmasa pislik içinde açlıktan ölecek Media, o tuhaflığa denk bir tutkuyu Murat’la doğurmadıktan sonra hikâyeyi sıradan bir aşk acısına evirmenin manası? İkna edici değil hiç, o kadar yavenin potansiyeli bu olmamalı ki gerçekten çok şey vadediyor ilk bölüm, o ayarsız oyunculluk cezbedici de, gerisi ilk bölümün ağırlığını taşımıyor, devriliyor anlatı. İkinci edebî atak: “Hastaneden dışarı adımını attığında gökyüzü, bulutların ardında parlayan kızıl ışınlarıyla İskandinav ülkelerini andırıyordu.” (s. 20) Hayır, metnin hiçbir yerinde İskandinav havası da oynanmıyor, bana ne abi kızıl ışınların bilmem hangi memleketi andırmasından yahu.

Anneannesinden miras kalmıştır o ev, -2. kat, bahçeye kapısı var. Yalancı akasya mı, bir şey daha var bahçede, zamanı gelince çiçek açmayan cinsten. Murat’ın spektaküler yorumu: kış ortasında terlik çorap gezen komşular kafasını karıştırıyorlar ağacın. Yani metnin zekâsı ilk bölümde şov yapsa da Murat’a faydası yok açıkçası, diyaloglara hiç yok, hele o kadar etkisiz çatışmalar var ki varlığından şüphe duyuruyor. Zekâ. İşe gidip geliyor Media, çevirmenlik, editörlük, o tür bir şey, hizmetli çayı bok gibi yaptığı için bir türlü içememekten şikayet ediyor, bir de az yapıyormuş galiba, öyle bir şey, yaklaşık iki sayfa boyunca bu sorunla uğraştığımıza göre çay tanrısıyla epik bir savaşa tutuşacak Media, sanıyorum. Öyle olmuyor, Murat’ın bahçeye bakan penceresine doğru tırmanıyor Media, sebebi okurun elinden öper, dank diye sırt üstü düşüyor, Murat cama çıkıp şöyle bir bakıyor, aşağı iniyor, Keanu Reeves gözleriyle gülüyor, Murat’ın Keanu Reeves gözleri var, bunu da yüz seksen beş bin kez görelim de John Lennon gözlüklerini kırıp kırmadığını anlayalım, Murat kaldırıyor kadını, içeri götürüyor, otururlarken gitmesi gerektiğini söylüyor, söylemeden önce çaydanlığı görüyor, baya tiryaki olup olmadığını soruyor Media’ya, Media da, oo, yapıştırıyor cevabı, çaydanlıklardan birinde kaçak çay, diğerinde Rize’den gelen çay varmış, bu müstesna bilgiyi de hafızaya atalım, Murat giderken bir şeyi olmadığını, zaten saçlarının koruduğunu söylüyor Media’ya, o da nasıl bir söz öyle, Media şaşırıyor, karşısında kendinden daha Beckett biri mi var yoksa? Aynı tuhaflık, hemen âşık olsun o zaman. Da, Murat’ın olayı bambaşka, gerçekten umursamayacak Media’yı, daha doğrusu umursayacak gücü kendinde bulamayacak çünkü kardeşini aramakla geçen günler, ayları hatta yılları yeterince yormuş.

Murat serbest gazeteci, iki yıldır İran’daymış, Haluk abisi bulmuş o işi. Mavi Otobüs. ODTÜ. Meşhurmuş bir zamanlar, Anadolu’nun ücra köylerine gidermiş öğrencilerle hocaları, parlak çocukları buldular mı aydınlatırlarmış hemen. Murat o zamanlar küçükmüş, yatılı okulda hayata tutunmaya çalışıyormuş, Mavi Otobüs’le gelen Haluk’la tanıştıktan sonra hayatı değişmiş. Gerisini getirmiş okulun, iş de bulmuş ama yaşamını kökünden sarsan geçmişi peşini bırakacak gibi değil. Babası çekip gitmiş, kardeşi Servet’le üzülmüşler ama üçü gül gibi yaşayıp gitmişler, annelerini seviyorlarmış. Sonra baba dönmüş, zengin olmuşmuş, Servet’i alıp gitmiş. O günden beri çocuk kayıp, anne yarı deli, ağacına çaputlar bağlayıp duruyor, üç dizeyi büyüymüş gibi tekrarlayıp duruyor. Hikâyeyi öğrendikten sonra Media da kendi defterine yazacak o dizeleri, Murat’ın geri dönmesi için mi, zamanı bilemiyorum. Sonuçta aşk iyi, seks süper ama Murat hemen her gün sabahtan çıkıyor, geceye dek kardeşini arıyor koca İstanbul’da, atölyelere bakıyor, hastaneler, şuralar buralar, Murat’ın takıntısı da bu. Türkçeyi sonradan öğrenmiş, annesi hiç bilmiyor, hadi oradan da bir toplumsal, siyasi eleştiri sıkıştırıverelim. Annesini mutlu etmek, yarı deli halinden kurtarmak istiyor, bu yüzden kendisi yarı deli. Beraber aramaya çıkıyorlar bir gün, Media sevgilisinin uğraşını o kadar anlamıyor ki aramanın zorluğundan bahsediyor. Hata. Murat parlıyor, kadını yol kenarında bırakıp gidiyor. Ayağın havada kalması, Media’nın girdiği felsefi atmosfer falan, yani o kadar yanlış odaklanma ki her şey onca barizken havayı mistifiye etmeye lüzum var mı, sanmam. Fikriye Anne’nin, Murat’ın annesinin hikâyesi, meh, Media’nın hayalet uzuvla, ağrıyla ilgili bir tam sayfalık açıklaması, aman yarabbi ya, Murat’ın özene bezene sürpriz hazırlayıp Media’yı ikizinden kurtarmaya çalışması, bunlar ya çok uzun tutulmuş bölümler ya da çıkarıldıkları takdirde, işte, o araya kaktırılan toplumsal arızalar hele, kafayı toprağa sokmuş devekuşu gibi görünüyorlar hikâyede. Bir de, ya şu gastronomiyi bu kadar sokalamanın ne manası var anlamış değilim, karakterlere bir şey yedirilip içiriliyor da bana ne kardeşim, sinematografik sindirim hareketine niye maruz kalıyorum ben ya. “Önlerine çayla birlikte iki porsiyon karışık börek geldi. Önce çaya uzandı Media. Çay içmekten yemeğe yabancılaşan tiryakilerden olmamıştı hiçbir zaman. Yine de gittiği yerde yediğine eşlik edecek çay kötüyse keyfi çabuk kaçardı. Çayı yudumlarken doğrudan Murat’a baktı, adamdaki gizemi tek bir akılla çözemeyeceğini hissediyordu.” (s. 72) Şimdi, geçişin kafayı yarmasını bir kenara bırakıyorum, ilk cümlelerde bir çaydanlık kaynar çayı kafamdan aşağı dökmek istedim resmen, diyorum ve yazıyı burada bitiriyorum. Dümdüz kötü bir roman ya, ne diyeyim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!