Geçmişi “bulmak” için yolculuğa çıkan karakterlerin hikâyeleri kaç sıfır önde başlar bilmem, ilgi çekicidir, kurulacak kocaman bir alan vardır çünkü, bir şeyler olmuştur da karakterler kendilerini başka şehirlere hatta kıtalara giderken bulurlar, mutlaka yabancılık çekerler çünkü mekân değişmiştir, anlatıldığı gibi değildir, yerliler mesafelidirler falan, bunları daha önce yazdım ya, Her Şey Aydınlandı‘yla Norman Manea’nın romanlarını önereyim. Kıvılcım da bir dönüş hikâyesi anlatıyor, Kızılırmak’ın tarihini katıyor metne, Kırıkkale’nin insanlarını, Sema’nın ailesini. Annesiyle birlikte memleketine dönen Sema bir şey arıyor, öğretmen babasının fotoğraflarının izini sürüyor bir açıdan, nerede çekildiler de kimleri taşıdılar geleceğe, annesinin aksine Sema bulmak istiyor. Şimdi kıyaslayarak okuyunca dertli, anlatımı itibarıyla da ayrı dertli bir metin, adım adım inceleyeceğim, okurun kafasına düşen bir şeyler var çünkü. Otogarda otobüsün nereden kalktığını soruyor Sema, “Yohardan, üst kattan,” diyor necip vatandaşım, ardından şöyle bir şey geliyor: “Anadolu yalın toprak, yabanıl dildi.” (s. 8) İzaha gerek var mı, İstanbul Türkçesinden sonra yerellik zaten tınlatmıyor mu o anlamı, mesela Her Şey Aydınlandı‘daki karakter İkinci Dünya Savaşı’nda katledilen ailesinin izlerini bulmak için Ukrayna’ya gittiğinde İngilizcesi çok tuhaf, kendi çok komik bir taksi şoförünün rehberliğine başvuruyor, şoförün en az taksici kadar uçuk babası da onlarla birlikte geliyor üstelik, anlatıcı karakter diğer karakterlerin ne dilini ne garip davranışlarını çözümlüyor zira ortada işte, ayrıca bir açıklamaya gerek yok. Kıvılcım’ın anlatıcısının örtmek gibi bir derdi yok, dile getirmek istiyor, dile getirdikçe anlatının niteliğini düşürüyor çünkü belli bir alımlamaya yönlendirilen okur cama çıkıp imdat diye bağırmak ister. Şurada yine bağırmak istedim misal: “Hayatı ona zehir etmek için yanındaydı annesi. Sema sanıyordu ki yaşlandıkça bu ilişki rahatlayacak, annesi olgunlaşıp onu anlayacak, o annesini kabullenecek. Yıllardır oynadığı, evin bunalımlı kızı rolünü oynamaktan kurtulacak. Evet, bir roldü bu oynadıkları. Kızının seçimlerini tasvip etmeyen, sert anne. Annesi sertleştikçe beceriksizleşen, beceriksizleştikçe bunalım denen kuyunun bu sefer gerçekten dibine düşen Sema.” (s. 8) Beckett niye açar karakterini, bir karakter niye açılır, anlatıcının alanını belirler bu açılım çünkü, karakterin davranışları düşüncelerine tam denk düşmez de ikinciyi genişletmeye ihtiyaç duyulur, karakterin özgünlüğü uyarınca metin bu açma işini kaldırır. Daha hikâyenin başındayız, iki ana karakterin ilişkisi dank diye belirlenmiş oldu böylece, hani hikâye sürerken değişecekse o değişimi sağlam kurmak suretiyle yine makuldür ama değişen bir şey yok, Sema o kadar da orijinal bir karakter değil, Mualla Hanım hiç değil, herhangi bir oyun yok, dümdüz açmaca. Zaten Mualla Hanım’ın hikâyedeki varlığı da pek bir şey kazandırmıyor, kızına sürekli karşı çıkıp en sonda da herkesin içinde bağır çağır saçma sapan tepkiye yol açması dışında, eh, hani evinde kalsaymış da geriye dönüşlerle girseymiş metne, anlatmadığı, gizlediği hikâyeleri anlatsaymış da gerçeğin ortaya çıkmasıyla kilit bir role bürünseymiş iyiymiş, tartışmadan sonra ortadan da kayboluyor üstelik. Kısacası romanın ögeleri arasında bir dengesizlik var, karakterlerle olaylar arasında, sırf Sema’nın yolculuğunu görseymişiz keşke.
Sema otuz sekiz yaşında, babası öldükten sonra Mualla Hanım merhum eşinin eşyalarını, “fazlalıkları ayıklamak” için Sema’yı çağırıyor, fotoğraflarla mektup o zaman ortaya çıkıyor. Vasiyet. Kırmızı buğday tarlalarından bahsediyor Sema’nın babası Ahmet, memlekette bir yerden, fotoğraf makinesinde yıkanmamış bir film belki o tarlaları taşıyor. Bu kırmızı tarlaların arayışıyla Kızılırmak’ın hikâyeleri şahane bütünleşiyor anlatıda, romanın en iyi kısımları. Alevi köylerinden Ermeni yapılarına bir seyir, ırmak her şeye şahit olmuş, acıların fısıltıları zaman zaman duyuluyor metinde, tabii en iyi duyulan Ahmet’in İstanbul’da şoförlük zamanları. Öncesiyle birlikte, Mualla Hanım memleket için çok şey yaptıklarını, yaptıklarının hiçbir anlamının olmadığını haykırıyor bir ara, ailenin dağılmasından başka hiçbir şeye yol açmamış mücadeleleri, Halys -Kızılırmak’ın antik çağlardaki adı, Heredot’un savaş hikâyelerini anlatırken kullandığı isim- isim değiştirse de kızıl buğdayları beslediği gibi Sema’nın amcasını da beslemiş. Ayrım yok, doğa sadece izliyor, güzelliğini paylaşıyor, hikâyeleri doğuruyor. Buradan sonrasıyla sürprizleri aşırı bozacağım, dileyen sonraki paragrafa geçsin: Klişe mi, iyi işlenmiş bir klişe yeniliğe varabilir, karar okurun da Ahmet sola döndüyse kardeşi İsmail en azılı komandolardan biri haline gelmiştir, eniştesi yüzünden faşistlerin arasına karışmıştır ki o enişte ne eniştedir, devrimcilere kök söktürmekten başka bir şey bilmemiş, gencecik fidanları kırmıştır. Evet. Anlatıcı yer yer böyle yükselir, akışı böler, vurgulamaktan yırtar sayfayı: “Rıfat vurulduğunda babam ağlıyordu. Bir daha iyileşmeyecek Anadolu’ya ağlıyordu. Bir daha iyileşmeyecek bağlara ağlıyordu, kardeşlik bağına. Kendi kardeşinin düşman oluşuna.” (s. 99) Sema yolda tanıştığı Dursun’dan öğrenir hikâyeyi, Kırıkkale’den başka bir yerde, fotoğraf nerede çekilmişse orada. Rıfat’ın, Ahmet’in can arkadaşının ölümünden sonra kardeşler babalarının ricasıyla barışırlar, diğer kardeşleri Melek’i koruyup kollamaları gerekir zira enişte katilin önde gidenidir, pikniğe giderek sulh olmak isterler ama, yani, o kadar üfürükten bir şekilde sinirlenir ki Ahmet, yine dank diye, birbirlerine girerler. Tam bir film sahnesi. “Demek abine el kaldırıyorsun!” “İlk sen kaldırdın, seni aşağılık!” “Öyle olsun, al şu yumruğu da gözüne koy!” Derken tekerlenirler, yuvarlanırlar, sakinleyip yine sulh olurlar. Ve iddiaya girerler, İsmail çocukluklarındaki gibi şuradan buraya yüzmeye çalışırken Ahmet kıyıdan izleyecektir kardeşini. Ve İsmail boğularak ölür? Nasıl yani? Önceki bölümlerde o kadar gerilim, onca karanlık, çözüm boğulma! Olağandır ama olağanlığın dehşeti bile yoktur, anlatıcı tam o noktada edebî atak geçirir ne yazık ki, sahneyi öyle bir dramatize eder ki okumamızı böler, tutup kolumuzdan o ırmağa atar sanki. “Terini sildi ve geldiği gibi koşar adım devam etti. Babam koşarken Anadolu bağırıyor, yoksulluk bağırıyor, tencere kapağı büyüklüğünde pislikleri arkalarından yola bırakan inekler bağırıyordu. Ağır ağır yaklaşan Anadolu katarı, o da eşlik etti ötekilere. En güçlü imdat babamın bağrından çıktı ama. Ateşti bu çünkü. İsmail’i bulamıyordu. Dönemeçlerde, gözü suda bir baş arıyordu. Yoktu, İsmail. İki gün geçmişti ki, kardeşinin morarmış bedenini bir söğüt ağacına asılmış olarak buldular.” (s. 103) Yapı zekâsı yüksek metin, Sema’nın yolculuğuyla geçmişteki katliamlar, fotoğraflar, insanlar, doğa iyi bağlanıyor ama kilit noktalarda arıza çıkıyor, Söğüt örneğinde olduğu gibi. Sema’nın “sendikacı bıyıklı” sevgilisi Söğüt’le ilişkisinin o fırtınalı, seher vakti gazelleri savurucu, nefes nefese bumçikibumlu ayrıntılarının metni hantallaştırdığı bariz, Söğüt’ün esas hikâyeye etkisi o kadar azken o kadar geniş alan kaplaması terazideki dengeyi bozuyor, ögeler arasındaki cortlamanın bir parçası. Bunların dışında bir Maraş Katliamı’nın anlatımı dört dörtlük, Sema’nın mistik hamileliği anlatıcının ses tonunun değişmemesiyle, Anadolu’nun taşıdığı sihirlerin sıradan bir dolmuş yolculuğuyla aynı biçimde anlatılmasıyla sıradanlığa mahkûm. Tabucchi’yle Modiano’nun dünyaları yavaş yavaş müphemleştirmesini hatırlıyorum, müthiş teknik, biraz taşsaymış şuraya. Eniştenin hikâyesi bir canavarın hikâyesi, örnekleri mevcut. Kısacası şudur, okunası bir roman, sık sık tökezleten bir roman, Anadolu’nun yakın tarihine, insanına iyice bir bakan iyice bir roman.
Ek: Genelde umursamam, metne dalar giderim de, o ne kötü bir kapaktır öyle ya.
Cevap yaz