Vecdi Çıracıoğlu – Oltacı

Yani Sarıkasnak‘tan sonra bu nedir? Denize Dair Hikâyat’a reva mıdır? İş güvenliği uzmanı olsam her okurun bir baret ve kurşun geçirmez yelek giymesini sağlardım, yirmi yerimden toplumsal mesaj yedim, az daha cama çıkıp “İtfaiye!” diye bağıracaktım. Çıracıoğlu bir iki oyunla yara bandı attı da kurşun yedim sol yanımdan, yaralandın mı ey can? Beklentin de büyüktü, üçlemenin ikincisini okumadan üçüncüsüne geçmek istedin çünkü dayanamadın, yığınında karşına çıktı bir an, eline almış bulundun, okumaya başlamış da bulundun ey, keşke bulunmasaydın. Gerçekten Sarıkasnak‘ın havasını hâlâ soluduğum için şevkle okumaya başladım ve hemen yavaşladım çünkü pozların arasında hikâye de poza dönüşmeye başladı. Anlatıcının anlattığından başka bir şey kalmayınca sonun gelmesini usançla bekledim, geldi, kitabı kapadım ve satılacakların arasına koydum. Anlatıcının anlattığından başka bir şeyden kastım anlatmadıkları, bence en az anlattıkları kadar doldurmalı hikâyeyi. En az. Her şeyin aleni bir şekilde sunulduğu, sunulanın dağı taşı kapladığı kurmacalar, meh, okurun rahat rahat dikilip bir şeyler görmeye çalışacağı art alan yok, 28 Days Later‘ın başında dehşet sahneleri izlettirilen maymundum bir kitaplık zaman boyunca. Böyle miydi Sarıkasnak, bir kere Batı Karadeniz’de konuşulan dilin yerel sesletimi sağ olsun, yeterince yabancılaşıyorduk, sonra denizle doğrudan bağlantılı, bol köpüklü ve dalgalı bir hikâyenin izini sürüyorduk da ne kadar iyi bir iz sürücü olursak olalım bilinmeyenle karşılaşıyorduk sürekli, boğulan bir adamın yakınında süren bayram kutlamalarındaki gümbedegüm davullar zıtlığı, ironiyi oluşturuyordu, mesela yardıma gelmeyen askerin tören alanından ayrılamayacağına dair hiçbir şey anlatılmıyordu, bayramların seyranların tırtlığı kafaya taş gibi inmiyordu, olanlar sadece oluyordu ve izliyorduk. Buydu, metin daha pek çok sebepten de iyiydi ama Oltacı gerçekten acı verdi deyip sızlanmayı bırakıyorum, neler olduğuna bakalım. Oltacı Miran’ın bir günü, aslında kitabın adı direkt bu olmalıymış da üçlemeden ayrılaymış. Göze sokulanları ben de göze sokacağım, anlayın. Miran Ermeni’dir, Kumkapı civarında yaşar, balıkçılara balık yemi satarak geçinmektedir. Camdan bakma sekansında gördüğü evleri “yüzleri kara peçeli, kara çarşaflı kadınlar”a benzetir, sokağa çıktığı zaman bu kez “fes giymiş adamlar”a benzetecektir, hassasiyet belli de karakterin bu hassasiyete sahip olmasının bir sebebi yok açıkçası, zorlarsak var ama neden zorlayalım. Başka bir zorlama da sokağın adında ve Miran’ın benzetişinde var, “Havyar Sokağı” sakinleri havyar yiyemezler, sokak başlı başına bir bağırsaktır ve insanlar oradan -çok affedersiniz- sıçılarak çıkarlar ki Miran kendi çıkışını da öyle görür, o kadar değersizdir, o kadar bitiktir, o kadardır yani. Normalde deli gibi, istemsizce spoiler verdiğimi biliyorum ama bu kez direkt spoiler vereceğim ki öfkemi dile getirebileyim. Şimdi Müştak diye bir komşusu var Miran’ın, adam komiser emeklisi, anladığımıza göre bu adam her şeyi biliyor, öğreniyor. Karşılaştıkları zaman Miran’ın oğlunun komünistlikten içeri alınması hakkında bir şey diyor Müştak, Miran hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranıyor, kısa süre sonra oğlunu ihbar ettiği için Miran’ı tebrik eden Müştak çalımlı çalımlı yürüyüp gidiyor. Mantık hatalarına girmeyeceğim, Müştak’ın sürekli etrafına bakınıp tehlikeden kurtulma çabasına da girmeyeceğim de öldürülmesine değineceğim bir. Adam belli ki işkenceci, birilerinin canını yakmış da tehdit edilmiş, öyle sağa sola bakıp güvende olduğunu hissediyor mu gerçekten? Vuruluyor nihayetinde, adamın aptal olmadığını da yeterince görüyoruz, nedir bu öyleyse? Geçelim, oğlanın babası tarafından ihbar edildiğine dair azıcık şüphemiz bile yok yahu, adamın suçsuz olup olmadığını düşünmüyoruz bile, belirsizlik yok orada. Ey, her yerin spotlarla aydınlatıldığı bir alanda neyin keşfindeyiz? Miran otobüse binip Sarıyer taraflarına gidiyor, sahildeki tekinsiz tipleri görüyoruz, tuhaf isimli adamlar tuhaf işler yapıyorlar oralarda. Yoksulluk, çıkma ekmekler, leş şaraplar, tam bir kaybedenler sergisi. Bunlar kararında yine, Miran’ın bindiği otobüsün müstakil paragrafı? “Otobüs geldiği homurtuyla kalktı. Çağlar öncesinden kalma dinozor körüğünden kıvrılarak Baltalimanı’na doğru yoluna devam etti. Önünde, Sarıyer’e kadar daha çok duracağı durak, bindirip indireceği yolcu vardı.” (s. 26) İsraftır bu, doldurmacadır, anlatıya ittire kaktıra virgül sokmaktır. Ha, Miran’ın Ermeni olduğunu ve Ermeni olmanın çok kötü bir şey olduğunu, oğlunun da komünist olduğunu söylemiş miydim? Çıracıoğlu tekrar tekrar söyletiyor karakterine, adamın başına gelenler travmatik, tamam, bu tekrarlar kurgunun belli bir ögesi değil ama, tekrarın sağladığı hipnotik etkiyle zaten alakasız. Oğlunun kamburluğunu da hatırlıyor Miran, komünist olmasının mı yoksa kambur olmasının mı daha kötü olduğunu düşünürken ekliyor: “Bu sorusuna verebilecek cevabı yoktu. İçinde bir suskunluk, bir boşluk oldu. Ermeni’ydiler… Evet, üstüne üstlük oğlunun bir de komünist olması! İşte, bu çok kötüydü.” (s. 32) Anlamamıştık, teşekkürler. Miran’ın etrafında ölen birileri var, onu da söylemeli. Koşanadam var sahilde, koşuyor, yanından geçerken Miran’a cık cıklıyor çünkü Miran sürekli içiyor, üstü başı da perişan muhtemelen çünkü oğlunun işkence gördüğünü öğrenen eşi bir süre önce vefat etmiş, adamı giydiren kimse kalmamış yani. Neyse, bu adam araba çarpması sonucu ölüyor, denize uçuyor. Müştak’ın ölümünü zaten görmüştük de o Koşanadam kadar lüzumsuz bir karakter değil en azından, oğlunun kurtulması için Miran’ı emekli komiser bir arkadaşının yanına göndermişti. Nedense. O da evi basan askerler kadar nefret ediyor Ermenilerden, tersini gösteren hiçbir şey yok. Şimdi, baret kafamızı korur da göz için gözlük almamışsak kör olacağız: Miran bu adamı görmeye gider, güzel bir evde emeklilik günlerinin tadını çıkarmaktadır adam, etrafında polis teşkilatının parlak gençleri kulaklarını dört açıp adamın anılarını dinlemektedir. Şöyle işkenceler, böyle eziyetler, Miran’ın aklı gider tabii. O sırada televizyonda gösterilen bir belgeseli izler, avlanan hayvanların akıbetleri. Oo, belgeselde yırtıcıların eline düşen zavallı hayvanla kambur oğlanın kader birliği. Müthiş bir bağ, değil mi? Miran adama hiçbir şey söylemeden oradan ayrılır, umutları tükenir. Oğlunun kambur olmasının birinci dereceden suçlusudur zaten, tam bir embesillik örneği sergiler: Çatıdaki karları kürerken oğlanın etrafa bakmak istemesiyle küreğini bir eline alır, ağzına sigarasını sıkıştırır ve oğlanı da diğer eliyle sabitler bedenine. Düşerler tabii, oğlan kambur olur. Evden çıkmaz uzunca bir süre, canavar gibi kitap okur, sonra komünist olup yine babası sayesinde polislerin eline düşer. Hayırlı baba gerçekten. Yani daha da pek çok tuhaflık var ama benden bu kadar, ikinci kitabı da okuyup üçlemeye nokta koymak istiyorum, umarım iyidir o.

Son bir şey, bugün Necati Tosuner’le konuşurken Çıracıoğlu’yla Rumeli Hisarı’ndaki ortak bir arkadaşları vasıtasıyla tanıştığını, arkadaş olduğunu söyledi. Adı Noyan’mış o arkadaşın, balıkçıymış, romanda yer alıyordur belki. Denizi zaten maharetle anlatıyor Çıracıoğlu, o karakterler de pek gerçek. Bir iki şey daha konuştuk gerçi, tuhaf bir an da yaşandı ki Çıracıoğlu’nun bahsi o yüzden açıldı. Tosuner kamburlukla ilgili bir şey söyledi, lafını balla şekerle kesip söylediği şeyle o sabah okuduğum kitapta karşılaştığımı söyledim ve kitabı çıkardım. Bahsettiğim hikâyeyi ve fazlasını anlattı, Çıracıoğlu’nun kambur karakterinin ne kadarı Tosuner, merak ettim. Evet.

Hayal kırıklığı, yine de Sarıkasnak‘ın hatırına umudu kesmedim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!