Özge Sarıoğlu – Yangın

Başlangıç lirik, imgelerle kurulmuş dünya. Hedefine varmayan benzetmeler var, yangın yeraltında sinsice uyuyan bir siyah pars gibiymiş ama ne uyuyor ne de siyah parsın uyandırdığı çağrışımla ilgili. Metaforik bir yangı, dünya kuzeyden, güneyden, doğudan dahi batıdan tutuşuk, lavlar fışkırık, canlılar yavaş yavaş ölüyor, insanlar ölüyorlar, canlılarla insanlar ölüyor(lar). Ölüm kol geziyor, özellikle imlenen bu. Yalımlar çatlaklardan ve mazgallardan bir anda yükseliveriyor, bu yok oluş içinde insanlar nasıl yaşıyorlar muamma. Suçu en yakınındakinde bulan gitmek istiyor ama gidemiyor, er geç yangına dönüyor ve ölüyor, boynu eğik. “Yıllar, hatta yüzyıllar öncesinden kurulmuş bir saat gibi, tıkır tıkır çalışıyor yangın. O saat ki ilk kimin kurduğu bilinmez, ama hep duruverdiğinde yeni baştan kuracak birileri olagelmiş.” (s. 8) Önce yoksullar, sonra zenginler diyesi anlatıcı da hep yoksullar. Yangının neyi simgelediği çok açık, şu da anlatıdan fırlayıp kafaya çarpan taş: “Lokantalarda en büyük tabaklarda sunuluyor yemekler. Hiçbir şeyin artık kendi tadı olmadığından, hep soslu geliyor yiyecekler. Yarısı yeniyor, yarısı bırakılıyor. Dönüp bir daha bakılmadan çöpe atılıyor kalanlar.” (s. 10) Ne gereksiz, bu kadar açmanın lüzumu? Bilge Karasu Gece‘de ne kadar açıyordu ki, biçim ve müphemlik Gece‘yi andırdığı için soruyorum. Yokluğun, acının daha türlü biçimi sıralanıyor da hikâyeyi görmek için sabırsızlanan okurun homurtusundan okunamayabilir, zira bu biçimlemede yıkımın tekrarlarından başka bir şey yok. En baştakilerin yüzlerinde de kâğıt maskeler varmış, renk renk maskelerin hepsinde bir gülümseme. Biraz daha sıkılmaya mecal kalmadığı an cübbelilerle karşılaşıyoruz, soluk alıyoruz. Cübbelerin renkleri rollere, işlere göre değişiyor. Beyazlar hayatı gözlemliyor, sarılar ortadaki tozu kaldırıyor, maviler düzene davet ediyor, bordolular çocukların avuç içlerine cetvelle vuruyor ve siyahlar yok ediyor, onlar doğrudan yıkımın askeri. Anlatıcının babası emekli bir mavi cüppeli olduğu için kafa göz kırmanın inceliklerini eşine de öğretmiş olmalı, annesi anlatıcıyı şaplaklarmış bir güzel. Aile içi şiddete varmayacağız, aksine aile genel olarak yolculuğu destekleyecek. Anlatıcıya “A” diyeyim, sohbet ettiği insanlarla yangın yerinden kaçma planları geliştirecek. Kızıl-Sakallı Adam grubun en olgunu, Mavi Gözlü Yeşil Gömlekli Adam’ın nitelikleri zaten verilmiş, diğerleriyle birlikte toplam on üç kişi. Konuşmalarının son derece kişiliksiz, kişilik yansıtmayan konuşmalar olduğunu söyleyeyim, biricikliğe dair hiçbir detay yok, öyle bir dünyada duyguları korumanın zorluğunu düşünürsek makul. Bunlar gidiyorlar işte, evde plandan bahseden A’ya kız kardeşi B de katılıyor, daha da önemlisi Anne ve Ağabey karşı çıkmasına rağmen Baba olumluyor gidişlerini, başka memleketlere giderlerse yaşayacaklar. Aşmaları gereken engeller var, çok sayıda duvar ölüm gibi dikiliyor karşılarında ki gerçekten öldürülebilirler, batıya ve sembollerden okuduğumuza göre Batı’ya yolculuk tehlikeli. Büyük Göller Bölgesi civarına gidecekler, yeşil cübbelilere biraz olsun güveniyorlar. On kişi kalıyorlar yola çıkmadan, uğursuzluktan kurtulup daha derin bir uğursuzluğa doğru ilerliyorlar. A yol boyunca karşılaştığı insanlardan dehşet hikâyeleri dinliyor ve hikâyenin ortalarına kadar serpiştiriyor araya, birkaç tanesi: Adamın teki belindeki ipi fark eder de uzaklardaki çınar ağacını geçmek için koşunca ipin kendisini durduracağını düşünmez. Bildiği dünyanın dışına çıkmak ister, yeri öper, ister, öper, ister, öper, en sonunda dışarıyı unutur. İnsanlar denge küresini paramparça ettikleri için onca acıyla yüzleşmek zorunda kalırlar, küreyi bir daha birleştiremedikleri için çabaları, kaynakları boşa gider. Çocuğun teki küçücük ufacık, top oynayınca vuruluk. Kısa hikâyeler büyük anlatının havasından çıkıyor, top oynayan çocuk zaten yörüngeden fırlayan bir cisim, kısacası bu hikâyeleri de nedenliğe koyabiliriz, doldu mu nedenliği boşaltmamız gerekecektir ki ben satılacak kitaplar kısmıyla hallediyorum bunu. Neyse, duvarlar sonradan örülmüştür, A çocukken yeryüzünün her yanına gidilebildiğini hatırlar da önünde yükselen duvarları ne çocuk bakışıyla ne de yangı korkusuyla anlamlandırabilir. Dışlamak hiçbir şeyi çözmez, yangının yayılmadığı bölgeler bile bir gün yanacaktır, o halde neden duvar? Öyle veya böyle geçerler, hor görülürler, tehdit edilirler ama yılmazlar, yerleşmek istedikleri yere yaklaştıkça güç bulurlar. Biri daha ayrılır, dokuz kişi menzile kavuştukları zaman civardaki hoş insanların ikramlarıyla yaşarlar bir süre, komün hayatının güzelliği ortaya çıkar. Sevgi, dostluk ve kardeşlik ölmemiştir, dayanışma ruhu insanlığı kurtaracaktır falan, iyidir beleş yemek. Kanıksadım artık, anlatıya bodoslamadan giren hayvanın esas kişi veya tayfayla arasında kurulan anlam bağı kestirme yoldan süsler metni, burada mevzubahis kuş. Kuşlar göç ederler, dururlar, tekrar göç ederler, dururlar, bizimkiler gibi.

Evlerin inşası, pişen yemek, temizlenen mekanlar, iş bölümü komünün her şeyidir. Birazcık mutluluk aşkı doğurur hemen, A ve Kızıl-Sakallı Adam arasında yakınlık doğar da ardı gelmez, en azından başlarda. İşe girerler, davranış uzmanı A bir eğitim kurumunda yarı zamanlı çalışmaya başlar da uzmanlığının hikâyeye yansımasını görmeyiz, A’nın işe girmesini sağlasa da insanları anlamasını sağlayamamıştır. Anlatı da kupkurudur açıkçası, canlı bir bölümü yok gibidir, bu da yangının etkisi belki. İşler güçler, meşgaleler derken grubun üyeleri yavaş yavaş uzaklaşırlar birbirlerinden, akşam yemeklerindeki toplaşmalar bir yere kadar arkadaşlığı sürdürmelerini sağlar. Yeni ülkenin toplumsal niteliklerini edindikçe bir ölçüde değişirler, yardımlaşma yavaş yavaş sona erer ve bireysellik zirve yapar. Dağılma sebebi tam olarak bu değildir de buna bağlantılıdır, bir gün dokuz kişiden biri ilk kez eziyet görür, psikolojik. Yabancılık zordur, pazarda markette ters bakışlar, yavaş yavaş şiddet eylemleri, sonrası savruluş. Politikacılar maskelerini takarak her şeyin düzeleceğini, ülkenin yine süper bir hale geleceğini söylerler, o sıra protestolar sürmekte ve göçmenler insan olduklarını hatırlatmaya çalışmaktadırlar çünkü yerliler rahatsızdır onlardan. Ne olur, bizimkilerin önce çalışma izinleri, sonra oturma izinleri iptal edilir. Eziyet görürler, en sonunda memlekete dönmeye karar verirler çünkü gidecek başka hiçbir yer kalmamıştır. Dönerler, her şeyin değiştiğini hemen anlarlar. Biri beş saniyeliğine zaptiye olabilir örneğin, birine ne düşündüğü sorulduğu zaman hemen cevap vermelidir, vermezse siyah cübbeliler gelip canına okurlar. Zihin alıştırmaları yoluyla ansızın sorulacak sorulara verecekleri cevapları belirlemeyi düşünürler, daha da kötüleşmiş ülkelerinde hayatta kalmaya çalışırlar. Kızıl-Sakallı Adam’ı köşeye çekerler, A ve K-SA’nın hayatının aşkı Vera birlikte uğraşarak adamı kodesten çıkarmaya da çalışmazlar açıkçası, birileri ne kadar çabalarlarsa adamın hapisten çıkmasının o kadar zorlaştığını uçurmuştur çünkü. Çözüm yoktur, dünya yangın yeridir artık, o ateşle yaşamayı öğrenenler yangını kendilerinin çıkardığını düşünmeden mutlu mesut yaşarlar, olan bizim gruptakilere olur.

Dilden yana yenilik yok, hikâye meh, yazım hataları bir iki yerde kafayı kırdıracak denli sinir bozucu. İyi bir roman olduğunu söyleyemeyeceğim, okuduğuma üzüldüm ama kitabı cüzi bir paraya aldığım için çok da üzülmedim, belki giden zamana. Biraz. Sonuç olarak elimizde distopik bir fantezi var, fantezi en kısıkta. Doğrudan distopik diyemem çünkü günümüzün dünyasındaki isimleri değiştirip her yeri toptan yakmak spekülatif kurguya daha yakın, bu terimi distopyayı da kapsayan bağlamıyla kullanmıyorum tabii. Denk gelirseniz bir göz atın diyeceğim, ötesini önermiyorum.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!