Paolo Cognetti – Bıldırcın Karı

Dağa taşa çıkmalı hikâyeler iki çubukla ateş yakamayacaklar için, en azından benim için başlı başına serüven. Mesela nasıl yaparım, “u” şeklinde bir zemin bulurum, nereden bulacağımı bilmiyorum, kuru ot mot, yaprak maprak varsa koyarım dibine, bir çubuğu enlemesine yerleştirip tam böğrüne de diğer çubuğu dikerim, iki elimle harş harş çevirip eğilirim, üfürürüm biraz, tüte tüte ateş çıkarsa çıkar artık. Indiana Jones gibi silahı çekip vurmak yok öyle, kılıçla gelen adama üfürmek gerekiyor ki ölmeyelim karda kışta. Cognetti’nin -veya “anlatıcının” demeli- avantajı çocukluğundan beri her yaz iki ay o dağlarda yaşaması, babasıyla birlikte çıkarlarmış, rehberlik eden adamla birlikte doğanın kalbinde gezinip öğrenirlermiş. Oranın yaşamını, şehirli çocuk için bambaşka bir dünya. Ben de tarım kitapları falan aldım işte, Mustafakemalpaşa’dan bir iki tarla baktım, tayin çıkarsa gidip bütün fideleri, tohumları falan berbat edip bir bilenden işi öğrenme hayali kuruyorum. Dere kenarında tepeler var, elime sopamı aldım mı çıkarım oralara. Anlatıcı bastonunu aldığını söylüyor, sopa o. Ağaçlık yerde biraz dolanırsanız mutlaka rastlarsınız, fırtınada kopan büyük dallar vardır. Yağmur yağmışsa çamurda kayıp düşmeyin diye. Yağmur yağmamışsa şekliniz olur. Koyunların sesini duyarsınız, civar köylerden sesler gelir. Gerçi hepsi mahalleye çevrildi yakın zamanda, bir köyün mahalleye nasıl çevrildiğini anlamadığım için köy diyeceğim. Anlatıcı ilkbaharla birlikte gelen çobanların hayvanlarını gözlüyor, manda var, inek var, üç tane de köpek. Yaşlı olan yatışta, anlatıcının dibinden ayrılmıyor. Genç olan hoyrat, hayvanları nasıl güdeceğini pek bilemiyor, acemi. Ortanca öğretiyor gence, birlikte koşturup duruyorlar. Köpeklerin sahibi aksak, bir iki hayvanını sürüye katan anlatıcıyla arkadaşlığı geçici olsa da sıkı. Aşağı inmeye niyeti yok, şehirden kopalı çok olmuş. Evinin duvarında eşinin ve çocuklarının fotoğrafı var, anlatıcı kibarlık edip sormuyor, sonuçta yazın dağda, kışın kayak merkezinde çalışıp insandan umudu kesen birine, ne gerek? İçiyorlar, adam ölçüyü kaçırdığı için anlatıcı bir iki geceden sonra eşlik etmiyor artık, sonraki gün ölü gibi dolanmak istemiyor. Okuyor, hatırlıyor onun yerine, Thoreau, Krakauker, doğada gezinmiş kim varsa kendini onlara denkliyor. Alpler sadece yükselti değil, küçük de olsa gölleri var, ormanlık alanlar dağ keçilerine ev, karlar altında kalan toprak bahar geldiğinde çayırlarla dolunca büyükbaş hayvanların hücumu derken şenleniyor ortalık, dağlarına bahar geliyor memleketin. Anlatıcı bir iki kez balık tutuyor göllerden, büyük bir karaltının çekip aldığı oltanın yerine yenisini edinmiyor çünkü bir kez o. Ben balıkları da atardım geri, oltanın gitmesine saçma sapan anlam yüklerdim, nasıl olsa alkolik arkadaş kendi yaptığı peyniri ekmeği getiriyor günaşırı, çobanlar da süt sağıyor, tamamdır.

Kışın başlıyor mevzu, anlatıcı zor bir kış geçirmiş birkaç yıl önce de dağa çıkıp iyileşmeye karar vermiş. Yaşı otuz, güvensiz hissediyor, gelecek hayali kuramıyor, Milano’nun göklerine boş boş bakıyor. Böyle durumlarda okuduğum kitaba “eeyh” diye tekme atıyorum bir tane, hava güzelse bisiklete biniyorum, kötüyse Altıntepe’den İdealtepe’ye yürüyorum, tabii anlatıcının dağa çıkacak imkanı olduğu için böyle angutluk yapmayıp, ama önce yazamadığını fark ediyor, bir boşluğun içinde yüzüyor, berbat durumda yani. On yıldan sonra dağa çıkacak, birkaç ay çalışmadan yaşamaya yetecek kadar para atmış kenara. Birkaç ay çalışmadan yaşamaya yetecek kadar para tam olarak kaç para? Bana müthiş lüks geldi, aslında olmaması lazım. Mı? Parayla ilgili kafa ayarım bozuk, neyse, ev kiralıyor anlatıcı ve aylardır kapalı duran kapıyı açıyor. “Şöminede unutulmuş kül misali toz katmanının üzerine konuşlandığı yemek masasının, sandalyenin, rafın üzerinde parmağımı gezdirdim. Bu, geçen zamanı hissettirmek için evlerin başvurdukları bir yol mudur? Yoksa kış onlar için sadece bir anlık mıdır?” (s. 19) Eksi yirmi derecede bir şömine yanıyor, öz su eve doluyor, kayalardan bir rüzgâr inip ateşi okşuyor, doğa doğa şeyler oluyor evde ve evin etrafında. Primo Levi’nin kampta arkadaşına anlattığı, bir başkasının hapiste çizerek zihninde dolandığı, Hemingway’in kurmacalarında beliren evler geçiyor önümüzden, anlatıcı anımsıyor da her zaman değil, gördüklerinin benzerini metinlerde pek aramayacak artık, belki de on yılın ardından tekrar büyüye kapıldığı için aşağıdaki hiçbir şey, hiçbir kitap, sergi, film, her neyse, aklına kolay kolay gelmeyecek artık. Ev var eski, yüz yıllıksa orada kalanların izleri sağa sola dağılmıştır da nasıl okuyacak anlatıcı, ne anlam çıkar bundan bilmiyor, sadece yaşamaya odaklanıyor. Öyle. Bildiğimizin izi olağanın kıyısındaki yaşamda kaybolur gider.

Kulübeye kadar uzanan patikadan yukarı. Yalnızlığı yapılacak işlerle giderir anlatıcı, evin etrafındaki çayırı temizlemekten odun toplamaya on tane iş sayar, ben o yalnızlığın niteliğini isterim. Varsa yalnızlık. Bilmem, epifani ancak, coşku, aşkınlık. İnsan her şeyle dolar, yalnızlıktan o kadar uzak olmamıştır hiç. Aklına gelmemesi değil, olmayan bir şeyi nasıl bilecekse o an. Ağaçların gölgesi suya düşer, güneş tepeye düşer, akşam her şeyin alçalmaya meyli. El pek bir şeye değmemiştir ama anlatıcının anlattığı düzenlenmiş bir doğa, ağaçlar dikilmiş, göle gölge düşmüşse insanın. “Kökleri buraya ait olmayan ben, kurtların, ayıların geri dönmesini hayal ediyordum. Dağ, sonunda insanoğlundan kurtulsa hiçbir şey kaybetmezdi.” (s. 28) İnsan izi doğayı doğa olmaktan çıkarır, yağışın bile isimlendiği bir yerdir orası. Martta yağana kırlangıç karı, nisandakine gugukkuşu karı, bir diğerine bıldırcın karı, aslında anlatıcı kuşlardan hemen hiç bahsetmez ama yağışları bilir, yağışları oranın insanı da bilir, aşağıdan getirdikleri tek şey belki. Bir kuş önemli, anlatıcı evinin yakınlarında bulduğu küçük kuşu karların içinden alıp eve getirir, ufaladığı ekmek parçalarıyla besler ama kuşun yaşayacağı yoktur, ölür. Döngüye katılacaktır, anlatıcı kuşu alıp bulduğu yere bırakır. Küçük olayların yanında büyükler insanın marifeti, çiftçiler ve hayvancılıkla uğraşanlar traktörleriyle inip çıkarlar, sessizliği bozarlar, bir iki teknolojik aletle işlerini kolaylaştırıp huzuru önemsemezler. Ev sahibi Remigo gelir arada, odun bırakır, yiyeceği kontrol eder. Duyarlı bir adamdır, kırkından sonra dünya klasiklerini okumaya başlamış, işin önünü alamayınca modern metinlere geçmiş ve anlatıcının hayranlık duyacağı kadar okumuştur. Arada sırada sohbet ederler, Remigo dağdaki yaşamı ayrıntılarıyla anlatır. Anlatıcı gitmeye yakın toplar tayfayı, ayyaş arkadaşıyla Remigo’yu nihayet bir araya getir. İki dağ insanı ne konuşacaklarsa konuşurlar, aslında pek konuşmazlar ama anlatıcıyı memnun etmek içindir muhabbet, geri durmazlar. Veda günü geldiğinde ayyaşa veda etmek kolaydır da Remigo kapıyı dostunun suratına çarpar adeta, evde işi olduğunu söyler ve anlatıcıyı kovar. Sonradan vedalaşmalarla arasının iyi olmadığını söyleyip af dileyecektir, anlatıcının bir daha dağa çıkıp çıkmadığını bilmesek de Remigo’ya darılmadığını, muhtemelen tekrar görüştüklerini düşünmek hoş. Dağda insan neyse o, dağ neyse de o, göl neyse, kar, olduğu gibi.

Defterlerini dolduruyor anlatıcı, sulardan içiyor, yemeklerden yiyor ve iniyor aşağıya, muhtemelen okuduğumuz kitabı yazıyor. Ben de araya girip Mustafakemalpaşa’yı anlatıyorum, dağı yoktur ama doğurduğu, uyandırdığı bir duygu vardır. Cognetti’nin bahsettiklerine yakın bir şey.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!