Marc David Baer – Atmeydanı’nda Ölüm: 17. Yüzyıl İstanbul’unda Toplumsal Cinsiyet, Hoşgörü ve İhtida

Baer’in araştırmasından sonra gelen söyleşi kısmı tarihin diyakronik ve senkronik yorumlarının kıyası var, ufuk açıcı. Özetle Aydınlanma’dan sonra vatandaşlık gibi politik, sosyal, ekonomik açımlamaya müsait kavramların pratikteki karşılığını incelerken İstanbul’daki Yahudilerle ABD’deki Siyahların durumlarını birlikte değerlendirmek ufuk açıcı olsa da tarihin belirli noktalarında örüntüyü bozabilecek olaylar gerçekleşebiliyor, örneğin din değiştirme modeli “medeniyetler çatışması” tezi reddedilse de kültürel çatışmaların bir uzantısı olan misyonerlik tarihleri ele alındığında tarih anlatımında belirlenen çizginin dışında yer alan saikler ortaya çıkabiliyor. Belli bir dönemde o dönemin meylinin dışında gelişmeler de yaşanabiliyor, Baer’in anlattığı mesele bununla ilgili. Osmanlı’nın “yaşa ve yaşat” tutumunun IV. Mehmed döneminde alaşağı edilmesi, gayrimüslimlerin din değiştirmelerinde ekonomik gerekçelerin öne çıkması birbiriyle bağlantılı, dışlama politikası ve ihtida, imparatorluğun durumuyla ilgili çok şey söylese de yine sondaki söyleşide belirtildiği gibi imparatorluk topraklarının tamamında görüldüğünü söylemek hata çünkü farklı bölgelerde farklı uygulamalar çıkıyor ortaya, örneğin hatırladığım kadarıyla Osmanlılarla Hırvatların sınır noktalarında ticarî ve kısmen insanî bağlar öylesine gelişmiş ki sert bir ayrım yok, hatta Hırvatlar kendi bölgelerindeki konut fiyatları arttığı zaman Osmanlı mahallelerinde yaşamaya başlıyor, işleri gereği her gün sınırı geçip geri dönüyor. Neydi bunların anlatıldığı metin, şu, mesela bu metinde de ihtida eden kadınlar var, Osmanlı topraklarında yaşayıp din değiştiren kadınlarla Venedik’tekiler arasındaki bağı düşününce, toplumsal statüler arasındaki uçurumu göz önüne almalı kesinlikle, özgürlük kaygısı başta geliyor, bir tık gerisinde de ekonomik gerekçeler vardır. “Osmanlı ihtida anlatıları çağdaş Yahudi hukukunun bakış açısıyla okunduğunda, kadıların Yahudi kadınlara, sosyal sınırları Yahudi eşlerinin aleyhine olacak şekilde aşmaları için yardım etmiş oldukları daha açık görülmektedir.” (s. 45) Yahudi hukukuna göre 17. yüzyılda boşanmak için kocanın rızası gerekiyor, boşanma ilanı verilmeden koca ortadan kaybolursa kadın aguna konumuna düşüyor, yeniden evlenemiyor, yokluk içinde bir hayata mahkum oluyor. Hahamlar aileyi bir arada tutmanın ve cemaat içindeki ihtilafların yatıştırılması için uğraşıyorlar, boşanmanın yol açacağı ekonomik çöküşü -erkeğin ekonomik çöküşünü tabii- engellemeye çalışıyorlar, haliyle kadınlar şer’i mahkemeye başvurarak kayıplarını elde etme yoluna gidiyorlar. O dönem azınlıkların ve çoğunluğun ayrı mahkemesi olsa da şer’i mahkemeler hiyerarşide en üstte yer alıyor, haliyle kararları mutlak bir bağlayıcılığa sahip. Bu olayların kölelikle ilgili kısmı cariyeleri ilgilendiriyor, gayrimüslim cariyeler daha iyi bir hayata kavuşmak için ihtida ederek şartları daha “hafif” cariyeliğe geçebiliyorlar, eş konumuna geliyorlar bazen. Fermanlara bakarsak gayrimüslimlerin Müslüman cariye, köle edinmeleri o dönem yasak olduğu için bu bir kurtuluş yolu cariyeler için, en iyi sosyal değişim fırsatının varlıklı, özgür bir Müslümanla evlenip onun çocuğunu doğurmak olduğunu düşünürsek sınıf geçişkenliğinin bu tür uygulamalar vasıtasıyla işlediği malum. Yahudi toplumundaki durumu da evlilik kurumu özelinde şöyle özetleyebiliriz: “Müslümanlığa geçmek, bu kadınları zorunlu, görücü usulü ve başarısız evliliklerden, kötücül ve istenmeyen kocalardan kurtarıyordu. Aynı zamanda, pek çok Osmanlı hahamı çokeşliliğe müsaade ettiği için, eve gelen ikinci bir eşi doğrudan doğruya kabul etme ya da Osmanlı hahamları Kutsal Kitabın emrine uyarak çocuksuz dul kadınları kayınbiraderleriyle evlenmeye zorladığında yaşadıkları gibi, istemedikleri biriyle evlenme mecburiyetinden kaçınabilmelerini de sağlıyordu.” (s. 48) Yahudi kadınlar daha geniş çaplı bir özgürlüğe sahip olabiliyorlardı böylece, ömürlerini tek bir insana bağlamak zorunda kalmıyorlardı. Yahudi erkekle Müslüman kadının ilişkisiyse, eyvah, olay çıkıyor o noktada ama önce Yahudi ve Hıristiyan mekanlarının Müslümanlaştırılmasına bakalım.

24 Temmuz 1660’ta çok büyük bir yangın çıkıyor İstanbul’da, küçük kıyamet gibi bir şey. Beyazıt, Davutpaşa, Kumkapı, Samatya, Atmeydanı, neresi varsa kül olmuş, 280 bin ev yanmış, 48 saat süren bu faciadan sonra şehri bir de veba vurmuş çünkü sıçanlar gömülmemiş cesetleri yiyip hastalığı yaymışlar. Böyle felaket anlarında düşüncelerin radikalleştiğini, sert ve mantık dışı tepkilerin doğduğunu biliyoruz, o dönemin radikalliğinde zarar gören dinî yapıların tekrar inşa ettirilmemesi, yeniden imarı katı biçimde yasaklayan şer’i kanunların uygulanması. Kiliseler yandıysa yerine yenileri yapılmıyor, sinagogların enkazı kaldırılır kaldırılmaz araziye hemen evler dikiliyor, Eminönü’ndeki Yahudi nüfusu böyle dağıtılıyor. “O dönemde Osmanlı askeri politikaları, özellikle de Girit kuşatması ile ilgili olarak pek az zafer alameti sunuyordu ve kendilerini İslam’ın koruyucusu olarak gören Osmanlıların morali bozuktu. Hıristiyan muhitinde yaşanan yangın, imparatorluk başkentinin imarı vasıtasıyla gayrimüslimleri itaatkâr kılma fırsatı sağladı.” (s. 61) Dışarıdaki başarısızlık, tarihsel bağlam içeride durumun giderek katılaştığını gösteriyor ki Baer’in değindiği temel meseleler bununla alakalı. Otoritenin odağındaki kaymayla birlikte manzara berraklaşıyor: IV. Mehmed tahta çocukken çıkıp devlet işlerine pek az ilgi gösterdi, politik güç ve askeri liderlik sadrazama devredildi, valide sultan padişahın yokluğunda güç ve meşruluk simgelerini sağlamak için denge tutturmaya çalıştı derken işler karışıyor, devletin haşmetini ve dindarlığını sergileyen görünür semboller yaratılıyor. Biri bu yangın sonrası yerden yurttan etme, diğeri de Kadızâdeli liderlerin kaskatı şeriat anlayışı. “1664-1667 arasında sultana verdiği vaazlarda ve sadrazamla yazışmalarında yenilikçiler tehdidinden bahseden Vani Mehmed Efendi, sultanın ve sadrazamın devlete yönelmiş tehditleri geri püskürterek İslam âlemini kurtardıklarını anlatıyor, imparatorlukta Sünni İslamın yeniden canlandırılması için çağrı yapıyordu.” (s. 69) Kadızâdelilerle tarikatlar arasında çatışmalar çıkıyor, daha ılımlı grup bir müddet tepelenirken camilerde dahi itiş kakış dövüş görülüyor, o sıralarda yangının gavurlar yüzünden çıktığı fikri yayılınca Hatice Turhan Valide Sultan tey seksen yıl önce yapımına başlanıp yarım bırakılmış caminin inşasına devam edileceğini, Yahudilerin caminin temellerini kapattığını söylüyor, aşırılık dört bir koldan yayılıyor açıkçası.

1680’lere geldiğimizde radikalliğin zirve noktasını, Osmanlı’da recmedilen ilk ve son kadını görüyoruz. IV. Mehmed’in bizzat izlediği bu infazın gerçekleşmesinin olağanüstülüğünü anlatan Baer dönemin kadı sicillerine bakınca daha “makul” cezaların verildiğini, en azından can alınmadığını ve fiziksel cezaların pek yer tutmadığını söylüyor. Soruşturmanın da pek sağlıklı yapılmadığını görüyoruz ki yukarıda bahsedilen sembollere ihtiyaç duyulduğu zaman pek bir şeyin sağlığı olmuyor zaten. Abdullah Çelebi’nin karısı olarak bilinen Müslüman kadınla ilişkiye girdiği söylenen Yahudi’nin kafası kesilecek, ihtida ederse daha kolay ve şerefli bir ölüm bahşedileceği söylenince adam Müslüman oluyor. Kadın kesinlikle inkar ediyor, suçlamaları reddediyor, elde somut bir kanıt da yok ama örfi kanunda belirtilen hafif cezalardan şeriatın ağır cezalarına yönelince iktidar, kadının recmedilmesi gerekiyor. Örfi hukukun kamu yararını gözettiği için kadılarca tercih edilmesi gerilerde kalıyor, IV. Mehmed tahttan inene kadar gayrimüslimlerin ve Müslümanların çekeceği var. Gerçi her zaman var, Baer somut örnekler sunarak hangi koşullarda hangi kesimlerin uç noktalara savrulabileceğini gösteriyor. Deprem bölgesinde Hristiyanların canla başla çalışıp işlerlik kazandırdıkları dayanışmaya uzaktan bakıp homurdanan Müslümanlar malum, adamlar o kadar uçmuş ki tehlike olarak görüyorlar o aş çadırlarını, çevre temizliğini. Kardeşim, açın daha büyüğünü, depremzedelerin karınlarını doyurun hatta hemen onların çadırlarının yanına açın, insanlar gelip iki çadıra da baksınlar, istediklerini yesinler. Çevredeki çöpleri toplamak için araç tutun. Ey Müslüman, iyiliğe sen de bir halka taksana mübarek.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!