David Eagleman – Canlı Devre

Sacks’in ardından Eagleman geliyor bana, vakaları öyküleştirmeye meyli yok desem aklıma hemen öykü kitabı geliyor, kısacık öykülerle varlığı ne kadar da kısıtlı bir biçimde deneyimlediğimizi anlatması geliyor, ne bileyim, beyindeki şalalayla dünyamızı eşleştirme yeteneği geliyor, yani kendine has yanları var ki beyinde olup bitenleri bilmek isteyenler için dört dörtlük. Ben istiyorum çünkü kafamızın içindeki evrenin gizemleri daha uzun süre çözülmeyecek gibi görünüyor, en azından çözüme giden yolları merak ediyorum. Mesela hafızanın tam olarak nasıl işlediğini merak ediyorum ki Eagleman bu konuya özel olarak eğilmiş, yeni bulgulara yer vermiş, şahane. Yaşayan, elektrikle hemhal bir doku var, her şey o. Bir uzayı bir de bunu düşününce delirecek gibi oluyorum. Nasıl yani, beynimizin yarısını alsalar diğer yarısı kendini ayarlayıp alınan yarının işlerini de mi görmeye başlıyor? Tam performans gösteremiyor ama kilit bölgeler sağlam yarıda tekrar belirleniyor ve aksayarak da olsa yürüyebiliyoruz, acayip! Nöronlar her an çatışma halinde, görme işiyle ilgilenenler sayesinde mi rüyalarda buluşuyoruz? Kendi yerlerini korumak için beyni düşük randımanda çalıştırıyorlar böylece, tuhaf! Daha neler var, “oha oha” diye okudum, trende yanımdakilere anlatasım geldi. Neyse, Eagleman beyinle ilgili genel malumat verirken Japonya’ya uzanıp 1945 sonrasını anlatıyor. Savaş bitti, koca ülke yıllar boyunca bombadır, uçaktır, bunları üretmek için tek vücut olup kafa gücünü bu işe ayırmışken yeni dünyada neler olacak? Hemen dış ortama daha iyi uyum sağlamak için toplumsal ve ekonomik işlere yönlendiriliyor mühendisler, hızlı trenleri geliştiriyorlar, depremlerden en az zararla kurtulmayı sağlayacak icatlara yönlenmişlerdir bazıları, kısacası kaynaklar koşullara göre tekrar konumlandırılıyorlar. Beyin işte, bu şekilde daha hızlı çalışır, enerji verimliliği sağlar, plastisiteyle her görevi olabildiğince iyi bir şekilde yerine getirmeye çalışır, koşullar ne olursa olsun. Bir noktaya kadar belli bölgelerin belli işleri yaptığı doğrudur ama şu: “Göreceğimiz gibi, beyni donanım ve yazılım katmanlarına bölünebilir bir yapı olarak düşünmek bir noktadan sonra imkânsızdır. Onun yerine, bu dinamik, uyarlanabilir, bilgi arayışı içindeki sistemi anlamada ‘canlı yazılım’ (liveware) kavramına ihtiyacımız olacak.” (s. 15) Canlı yazılım iyidir, kendini yeniden programlayarak kaybı en aza indirmeye çalışır, iyi iş görür. Eagleman uzaya yollanan zamazingoların bir şekilde zarar görüp devre dışı kalmalarını önlemek için böyle bir yapı öneriyor, göktaşının çarptığı bir kameranın kaybı bütün görevi mahvedebilir ama nanoteknoloji vasıtasıyla tekrar programlanabilen alet hemen yeni bir kamera oluşturabilir. Gerçi uzun zamandır düşünülen bir şey bu zaten, hatta nanoteknolojik “gri çamur”un bütün dünyayı dahi evreni gri çamura dönüştürme tehlikesinden bahsediliyor, matrak ve korkunç. İyi kuracağız zımbırtıyı, çevreyle etkileşime sokup bilgi edinmesini sağlayacağız, beyin için gereken ve yaşamımızda deneyimlediğimiz ne varsa bunlarda da olacak. Evet, mesela her yıl 103 bin Einstein doğduğunu söyleriz, azıcık deli işi olur ama olmaz, tek sorun bu çocukların dâhi olmalarına yol açacak şartlarda büyümemeleri. İnsan Genomu Projesi tahmin edilenin en az onda biri kadar gene sahip olduğumuzu ortaya koyunca biyologlar şaşırmış, karmaşık yapımızı düşününce daha fazlasını beklemişler. “Öyleyse 86 milyon nöronuyla inanılmaz bir karmaşıklık sergileyen beyin, bu kadar küçük bir yönergeler kitapçığıyla nasıl ortaya çıkıyor? Yanıt, genomun uyguladığı akıllıca bir stratejide yatıyor: İnşaatı tamamlama ve ince işleri bırak, dünya deneyimleri yapsın. Sonuç olarak insanlar şaşılacak ölçüde eksik kalmış bir beyinle doğar; yapımı tamamlamak için dünyayla etkileşim şarttır.” (s. 21) Haliyle doğumdan sonraki ilk yıllar beyin gelişimiyle ilgili kilit zaman: eğer belli bir yaşa kadar gitar üzerinde yoğunlaşmazsanız tüm potansiyelinizi asla kullanamayacaksınız demektir, Eagleman’ın anlattığı vakaya bakarsak anneniz sizi bir dolaba kilitleyip onlu yaşlarınızın ortalarına kadar çıkmanıza izin vermezse iletişim kurma yetenekleriniz hiçbir zaman tam anlamıyla gelişmeyecektir.

Normal bir çocukluk geçirdik diyelim, bilim insanı olduk, maymunları inceliyoruz. Nörobilim camiasında ses getiren bir deneyimiz var, biraz manyak olduğumuz ve hayvan haklarını hiç önemsemediğimiz için maymunların sinirlerini kestik, tekrar oluşup oluşmayacaklarına bakıyoruz. O da nesi, maymunun beyninde eli temsil eden küçük korteks bölgesi ele değil de yüze dokunulduğunda tepki veriyor, beynin haritası girdiye çıktıya göre kendini yeniden kurup işe yaramayanı çöp kutusuna atmış. Amiral Lord Horatio Nelson “hayalet organ” denen fenomenin en meşhur taşıyıcısı olabilir, kesilen kolu olmadan da yaşadı, diğer eliyle ateş etmeyi dahi öğrendi ama kesik kolunu hâlâ hissedebildiğini söylüyordu. Korteks her ne kadar işgal edilip başka işe yaramaya başlasa da küçük bir parçası artık orada olmayan organı temsil etmeyi sürdürüyor bazen. Belki de yaşlılıkla ilgilidir zira beyin yaşlandıkça yeniden düzenlenme açısından esnekliğini kaybediyor, orijinal fikirlerimiz yirmili yaşlara kadar fışkırır da sonrasında bulamayız, aynı sebepten. Sürekli uğraşsak belki bu süreci yavaşlatabiliriz, örneğin müzikle uğraşanların beyinlerindeki bir bölgede kıvrım oluşuyormuş, çok okuyanların bilmem hangi bölgesi okumayanlara göre farklıymış, demek ki işlerliği sürdürmek için beyni koşturmamız gerekiyor her gün. Kayıpları düşününce başka bir tablo çıkıyor ortaya, örneğin göremeyen birine takacağımız aygıt ses dalgalarının sağladığı sonik veriyi görsel veriye dönüştürebilir, böylece ta taa, en azından nesnelerin görselini algılayabilir insan. Her bir duyu bir başka duyuya eşlenebilir, sinestezinin duyularla ilgili nöronlar eş zamanlı ateşlendiği veya birbirine çok yakın olduğu durumlarda ortaya çıktığı söyleniyor ki mantıklı. Neil Harbisson başına bir “eyeborg” takarak görselden işitsele çeviriyle hangi renge baktığını “duyabiliyor”, ilginç! Alek Komarnitsky gözüne yapay mercek takıldıktan sonra kimsenin görmediği mavi-mor bir parıltı görmeye başlamış nesnelerin üzerinde, bizim doğal merceğimiz UV filtreliymiş. Buradan nerelere gidiyor iş, mesela atsineğinin neredeyse 360 derecelik görme açısına uyum sağlayabilir miyiz? Plastisite buna müsaade ediyor, beynimizin potansiyelini kestirebiliyoruz da uygulamada ne gibi yeniliklere yol açabileceği hayal gücümüze bağlı. Beynimizde yeni duyu merkezleri yaratabiliriz, nesnelerin çevresindeki manyetik alanlardan sonra gezegenlerin manyetik alanlarını algılayabiliriz, bir başkasının beynindeki cızt bıztları algılamaya başlarsak ben gerçekten bir başkasına dönüşebilir. Pacific Rim‘de koca makineyi yönetebilmek için iki beyine ihtiyaç duyuluyordu, sıkı bir eğitimden sonra tek beyinle iki makineyi de yönetebiliriz. Çok kötü senaryo ama şu da olabilir, bir siyasetçi kalabalığın düşüncelerini okuyabilirse verdiği şerbetle dünyayı mahvedebilir. Belli ölçüde kimyasallara sahip olması gerek bunun için, örneğin asetilkolin denen salgıyı piyasaya çıkaran nöronlar neyin önemli veya önemsiz olduğunu belirliyorlar, bu salgı olmadan becerilerimizi hemen hiç geliştiremiyoruz. On bin saat kuralı meşhur, bir işte ustalaşmak için o kadar saati pratiğe ayırmamız gerekiyor ama en gereklisi asetilkolin, o olmadan spor yapmış oluyoruz sadece. Anlamlılık ve ödül önemli bu konuda, yani çocukken azıcık desteklenseydik şahane işler becerebilirdik. Tabii bu salgıyı fişekleyen nöronlar neyin önemli olduğuna karar mı veriyorlar, o daha derin bir araştırmanın konusu. Sonuçta biliyoruz, kafamıza bir şey düşmek üzereyken refleksle kaçtığımızda kaçma “kararı” çoktan oluşmuş oluyor beyinde, sonuçta yaptığımız hiçbir şeyi biz yapmıyoruz. Mu? Alengirli mesele.

Eagleman yine açtı kafayı, çok yaşasın be.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!