Andrew Koob – Düşüncenin Kökeni

Koob’un arkadaşı glia hücrelerinin beyindeki bütün düşünceleri barındırma ihtimalinden bahsedince donup kalmışlar, Einstein’ın beyni ve glia hücreleri arasındaki ilişkiye dair makale de etkileyiciymiş, eh, Koob hayatını bu meseleye vakfetmesin de ne yapsınmış. Dartmouth’tan sonra California, oradan Münih, nöro cerrahiyle başlayan serüven Parkinson’a varmış, en son glia hücrelerinde durmuş Koob, tabii bu bilgiler aşağı yukarı yirmi yıl sonrasına ait olduğu için güncellenmesi şart ama şu anda nefret ettiğim işimin dünyamı yıktığı ofisimde oturuyorum, bakamayacağım, zaten mesele glia. Beynimizin %90’ı bu afacandan oluşuyor, nöronların oranıysa %10. Çoğumuzun bildiği Nöron Doktrini’nin çoktan cortladığını söylüyor Koob, beyindeki temel hücre aslında nöron değil, haliyle beynimizin sadece %10’unu kullanmıyoruz aslında, bilimsel bir gerçekten çok dinsel dogmaya dönmüş bu bilgi tutamı çöpe. “Bununla birlikte düşüncelerimizin kaynağını, hayal gücümüzün nereden doğduğunu, rüyalarımızın nasıl tutuştuğunu ve yaratıcılığın nasıl filizlendiğini açıklayacak hiçbir doğrulanabilir sav ya da buluş söz konusu değildir. Bunlar ‘rastgele nöron ateşlemesi’ ya da ‘iç bağıntılılık’ gibi düşüncelerle açıklanan gizemlerdir. Fakat gerçek şu ki, nöron, beyinde düşüncenin kökeni olma olasılığı en düşük hücredir.” (s. 9) Yakın zamana kadar glia hücrelerinin aktif nöronları bir arada tutmaya yarayan bir tür yapıştırıcı -glia, glue– olduğu düşünülürken aslında dejerenatif beyin hastalıklarının, beyin yaralanmalarının iyileşmesinin ve insan zekâsının temeli olduğuna dair sağlam kanıtlar bulunmuş. Bilgi depolanacaksa glia hemen sinyal gönderiyor, üç beş glia işi çözüyor. Her şeyin fazlası zarar, glia kümelenince beyin tümörünün hücresel yapısı çıkıyor ortaya, ayrıca beyindeki yetişkin kök hücreler de bunlar. Nöronların yaşlandıkça azaldığı bilinir, oysa sayısı değişen nöron değil, glia. Kalsiyum iyonu akışı içeren ağlar aracılığıyla elektrik dalgalarını yayıyorlar, iletişiyorlar. Bunun keşfedilmesi de ilginç, deney sırasında aletlerden biri musluk suyuyla yıkanmış da musluk suyundaki kalsiyum sayesinde çözülmüş mevzu. Nöronlardan çok daha karışık bir işleyişi var, nöronlar ateşleniyor veya ateşlenmiyor, haliyle “1” ve “0” olarak gösterilebiliyorlar ama glia bir nevi kuantum devinimine sahip, dalgalanmalar yoluyla iletiliyor akım. “Eğer bilgiyi glia depolayıp işliyorsa, nöronlar nedir peki? Araştırmacılar glianın nöronlara sinyal verdiğini bildiğinden, nöronların yalnız ilgili düşünceleri üretmek için yakılması gereken diğer glial bölgelere ateş etmeye hazır statik hücreler olduğu görülecektir.” (s. 12)

Dogmanın nasıl ortaya çıktığını düşüncenin tarihini inceleyerek anlatıyor Koob: eski uygarlıklarda düşüncenin kalpten geldiğine inanılırmış, Hipokrat kafa yaralanmaları sonucu çeşitli yetilerin yittiğini anlayınca zekânın merkezi olarak beyni göstermiş, Galen gladyatörler ve koyunlar üzerinde yaptığı çalışmalar sonucunda Hipokrat’a katılmış, zekânın merkezi kesin olarak beyin. Şu dört sıvılı teoriyi geçiyorum ama hidroliğin bulunduğu kısım ilginç, aktarayım, zihnin balgam pompalamasıyla sıvının kaslara eriştiğine, kasların hidrolik aletler gibi kasıldığına inanılmış bir dönem, Descartes’ın düşüncesi pekişmiş böylece, ruhların transferini sağlayan varsayımsal yapı Anton von Leeuwenhoek’in gördüğü çevresel sinirlerde silindir biçiminde tünel gibi şeyler. Eldeki teknoloji bilimin mutlak hükümranlığına yol açmamış henüz, teoriler o zamanın bulgularıyla tokuşturuluyor, bulgular teorilerin bir yerlerine iliştiriliyor, o şekil bir ilerleme. Cajal ve Golgi’yle birlikte nöroloji bildiğimiz disipliner haline kavuşuyor, bu iki öncü bilim insanı beyni -kabaca- boyuyorlar, hücre yapılarını ortaya çıkarıyorlar, nöral ne varsa tanımlıyorlar ve gliayı düşünmeden geri plana atıyorlar, nöron varken bu yapışkanı incelemeye gerek yok çünkü. Elektrik akımını açığa çıkaranların hikâyelerini de uzun uzun veriyor Koob, Galvani’yle Volta arasındaki sessiz münakaşa sayesinde duyu sinirleriyle motor sinirlerin taşıdığı elektriksel uyarıların kodu çözülüyor. Nöron iletkenliğinin bulunması çok önemli de nöronu harekete geçirenin bulunması daha da önemli, astrositle tanışınca soru işaretleri ünlemlere ve maşrapalara dönüşecek çünkü bu küçük canavarların yetenekleri hayret verici, maşrapalar da süper eşyalar.

Astrosit bir kere insan korteksinde en fazla bulunan hücre, nöronal otoyolların vardığı şehir. Glia hücrelerinden bazıları yıldız şeklindeki astrositler olarak vazife görüyor, bundan çok sayıda taşıyan halkalı kurt türünün gösterdiği üzere her canlı belli bir miktarda, yaşamını idame ettirecek kadar astrosit taşıyor. “En karmaşık merkezi sinir sistemine sahip omurgasızlar, mürekkep balığı ve ahtapotların da dahil olduğu kafadan bacaklılardır. Bunların büyük beyinlerinde astrosite benzeyen hücreler öne çıkar. Derileri üzerindeki pigmentin değişiminden, uyarıya açık oldukları kanıtlanmıştır.” (s. 43) Koob canlıların yapısı karmaşıklaştıkça astrosit sayısının arttığını gösteriyor, insan varlığı için gerekli hayal gücü ve yaratıcılık muazzam miktardaki hücreye bağlı. Var ol astrosit, canımızsın. Kara kutu gibisin, gizemlerin olduğu gibi duruyor ama yaşa, aklımızı sana borçluyuz. Reflekslerle ilgilenmemesi de havalı, astrosite uğramadan geçiyor akım, daha sofistike işlerle uğraşıyor hücremiz. Taşıdığı kalsiyum dalgaları nöronal iletişimden çok daha yavaş yayılıyor, bilgiye işlemek ve bütünlemek için süper taktik. Uzun süreli hafızaya atılan bilgi astrosit yığını tarafından eller üstünde taşınıyor, sanki bilgi stagedive yapmış da hayranları gezdiriyor salon boyunca. “Astrositler, çevrelerinde daha fazla astrosit kümelenen ve kalsiyum dalgası ve kalsiyumun sinyal göndermesindeki değişiklikler aracılığıyla bilgi depolayan hücrelerin fiziksel olarak iç içe geçtiği bir ağdır. Nöronlar işin içine girdiği zaman dalgalar senkronize olur. Beynimizdeki bilgiyi geri çağırma yeteneğimiz, muhtemelen astrositlerin duyusal nöronlar tarafından kavranmasını sağlar.” (s. 61) Sadece bu da değil, besinini azığını alan nöronlar bir çakar, yaratıcı eylem açığa çıkar. Kendiliğinden kalsiyum sinyali geldi, ardından nöronal ateşleme, akıldaki parlak fikrin kaynağı bunlar. Yani o parıltıların, süper öykülerin, filmlerin, eserlerin kaynağı kalsiyum ve nakliye. Kafa böyle bir yer. Kullanılmayan sinaps mı var, naklin yolu kapanmasın diye hemen budama işine giriyor glia, kullanılmayan bir demiryolu hattı zeminden sökülüp atılıyor. Bu çok iyi, ilkokulun ilk günü önümde kimin oturduğunu hatırlamam pek bir işime yaramazdı. İş ne, yaşama yeteneklerimi boş yerlerde geliştirmek. Ibık cıbık bilgiyle dolu bir kafada bu pek mümkün değil. Arkamda kimin oturduğunu da hatırlamıyorum. Süper.

Prensibi anlayacağız, önce dallara mı bakarız yoksa meyveye mi? Radyal glia doğumdan önce gelişir, karıncık sıvısından dışa doğru uzanır, içten dışa doğru beyni oluşturacak tarzda genişler ve beyindeki herhangi bir hücre türüne dönüşür. “Radyal glia hücresi, aynı zamanda evlatlarının dünyadaki yerlerine gidişine rehberlik etmesi anlamında bir anne sayılır. Bu durumda dünya beynimizdir. Her yeni hücre, radyal gliadan uzaydaki yeni yerine göç ettikten sonra, bir nörona dönüşür.” (s. 79) Çiçek gibi açar bu meret, beynin yüzeyindeki kıvrımları oluşturur, mesela sıçanlarda beyin kıvrımlı değilken insanlarda korteksteki tüm hücrelerine uyum sağlayacak şekilde kıvrılır. Düşünce yetimizin bu kıvrımlar vasıtasıyla oluşması olası. Nöronal çerçeve oluştuktan sonra gözler, ağız ne varsa “ana caddeler” ve “bulvarlar” halinde belirir, astrositler büyümeye başlar ve kalsiyum dalgalarını yayacakları nöronal hatlar boyunca ilerleyip hücreleri nöronlarla doldurur. Hazırız artık, doğabiliriz. Doğduk, astrositler iki gün sonra fişek gibi uçtu, çoğaldı, radyal glia bölünmeyi kesip astrosite dönüştü, bunda kafatasının büyümesinin etkisi büyük. Sekiz yaşına kadar korteks büyür, yetişkinlerinki sekiz yaşındaki bir çocuğunkinden çok daha küçüktür. Zirveye ulaştığımız zaman gerisi elimizdedir, nöronlar yitmeye başlasa da astrosit kalır, kafayı çalıştırıcı işler yaparsak etkinliğini sürdürür, zihin hastalıklarına yakalanma ihtimali düşer. Astrosit candır, astrosit fazilettir, onu canımız pahasına korumalıyız. “Glianın doğumdan sonra oluşmasından dolayı yaklaşık dört yaşında, anıları ve düşleri deneyimlemeye başlarız. Nöronlar sorumlu olsaydı, anne karnında geçirdiğimiz son üç ayın anılarına sahip olmaz mıydık?” (s. 84)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!