Cem Erciyes – Çılgın Kalabalık Gelmeden Önce Galatasaray

1990’larda Ara Kafe’nin bulunduğu yer tinerci yuvasıymış, ödü koparmış oradan geçenlerin. Erciyes tinerci çocuklara babalanarak yırtmanın yolunu bulmuş da çocuklar büyüyüp takmaya başlayınca bıçağı, işler değişmiş. Sermaye orta sınıfla birlikte tinercileri de kentin çeperlerine atıyor diyeceğim, Beyoğlu’nun orta yerinde öldürülen gençleri, SAS komandosunu hatırlıyorum, Bostancı’da bıçak çeken tinerciyi de hatırlıyorum. Severim Bostancı’da inip Küçükyalı’ya yürümeyi, banliyö treni zamanında daracık, upuzun bir yoldan geçmek gerekiyordu, akşam vakti biri önüme çıktı o yolda. Ne dediğini hatırlamıyorum, kulağımda kulaklık vardı, elindeki bıçağı gördüm sadece. Önünden geçip gittim, durdurmadı. O da şaşırmıştır, böbreğime takmadığı için ben de şaşırdım, ortada koca bir şaşkınlık. Marmaray için yeni istasyon yapılınca o yol ortadan kalktı, Altıntepeliler on dakika daha fazla yürümek zorunda kaldılar trene binmek için, gitmedikleri yer kalmadı ama yok. Yeni binalar da diktiler zaten, etraf şenlendi, Bostancı’nın tinercileri ortadan kayboldu. Benzer bir seyir, o yüzden anlatıyorum, Galatasaray da 1980’lerden 1990’ların ortalarına kadar biraz tekinsiz bir yermiş, eski yapılarda türlü türlü insan barınırmış, sonra kaybolmuşlar. Erciyes şimdiki Ara Kafe’den aşağı inen sokakta oturmuş, Akarsu Sokak, 2 numaralı apartmanda, değişimin iyice hızlandığı 1993-2002 arasında. Eskiden Galatasaray’ı geçer geçmez tenhalaşırmış ortalık, Tünel’e varasıya berbat bir hal. Etrafıma baktığım ilk 2003’tür herhalde, ağaçları hatırlıyorum, Harbiye’deki Duman konserine giderken caddeyi boydan boya geçmiştik, öyle bir izlenimim yok. Kalabalıktan belki, büyülenmekten, ne bileyim. Kadıköy’ün berbatlığını hatırlıyorum ben, Yeldeğirmeni’nin eski, karanlık, metruk evlerini. Beyoğlu’ndan sonra oralar parlamaya başladı, paralel aydınlanma. Erciyes küçücük balkonundan Mısır Apartmanı’nın arkasını izlermiş, sonraları bütün katları dolanıp galerilerde gezinmiş, dokuz yıl boyunca hiç uğramadığı kahveye girip espresso içmeye başlamış. Sokağı daha önce hiç görmediğimiz bir açıdan görebiliyoruz, sokağı yitirmek pahasına. Manzara aynı değildir ama anıştıracak bir şeyler kalmıştır geride, canlandırmaya çalışırız. Tinerciler şu köşede, gazete bayii bu başta, biri balkona çıkıp baksaydı bendim yirmi yıl önce, Beyoğlu’nda yapıların değişmesi daha zor da şimdi binalar bile yerinde değil. Erciyes’in oturduğu binayı birileri satın almış, yıllarca boş bırakmış, bir şey yapacaklarmış da ney, belli değil. Gerçi bu kitaptaki metinler yazılalı on beş yıl olmuştur, o apartman mutlaka bir şey olmuştur, bakmalı. Eskiden o sokağın solunda Aziz Kedi’nin kitapçısı vardı, arada sırada gittiğimde adamı görürdüm, aldığım beş on şey acaba neydi. Erciyes oraya Üsküdar’dan gelmiş, Zeynep Kamil’in tutucu ortamından kurtulmak bayram. Dört arkadaş küçücük bir eve sığışmışlar, onun sıkıntısı da varken bir anda geniş alan, şenlikli mahalle, öğrenci için cennet. Almancı Ali amca parayı bastırıp almış o binayı zamanında, kiraladığı evlerde çok ilginç insanlar yaşıyor. Amca numunelik, adını hatırlayamadığı Siyahi bir kiracısının zilinin üzerine “Zenci” yazıp yapıştırmış. Birikmiş parayla bina alınabilecek devir, rüya gibi, Beyoğlu’nun o kadar da değer kazanmadığı dönemde böyle şeyler yapılabiliyormuş. Ara Güler’in mekânının bulunduğu apartman da aileye aitmiş, Güler’in babasına. En üst katta atölyesi varmış Ara Güler’in, küçük bir yer ama iş görüyormuş. Orhan Pamuk’un fotoğraflarını mı ne çekmiş Güler, üç beş tanesini ayırıp gerisini elinin tersiyle şöyle bir itip çöpe atıvermiş. İlerleyen bölümlerde Masumiyet Müzesi’ni de anlatıyor Erciyes ama Orhan Pamuk’la ilgili pek az şey ilgimi çektiği için işaretlemedim, okuyup geçtim. Müzenin bir türlü açılamadığını hatırlıyorum, Pamuk romanı yazmaya başlamadan önce satın almış binayı da düzenlemiş sonradan, ne 2010 Kültür Başkenti etkinliklerine ne bilmem neylere yetiştirememiş. Ben gidip gezdim, bir kadının yüz seksen üç tane eşyası var. Bir adamın da eşyaları var. Kadının ailesinden kalan eşyalar vardı, eşya nostaljisi esiyordu mekânda. Tam olarak nelere baktığımı da hatırlamıyorum, romanı okumadım. Bir arkadaşımın yüz ikinci kez gitmek istemesiyle gittim, en üst katta yataklar mı ne vardı. O arkadaşım sonradan sırf arkadaşım olmak istemedi, o durumda arkadaş da olamayacağımızı söyledim yaptığı ve yaptığımız bazı şeylerden sonra, aklıma o yataklar geldi. Sigara paketini de hatırlıyorum, karakterlerden biri veya birkaçı o marka sigaradan içiyormuş. Yani bağlamıyla ilgili en ufak bir fikir sahibi olmadan mevzuya girmek eğlenceli, yanımda turistler kitaptan bir şeylere bakıp eşyaları gösteriyorlardı, ben, “Aa küpelere bak!” falan diyordum, iyiydi. Sonuçta hoş bir yer, yukarılara çıktıkça zamanın da gerilediğini düşünelim, fahişelerle, mültecilerle, tuhaf insanlarla dolu bir dünyaya varıyoruz. Erciyes’in komşularını anlattığı bölüm kitaptaki en güzel bölüm sanıyorum, tam yerleşemeyen insanların geçiciliğine dair hikâyeler. Violette’inki diyelim. “Violette’in o apartmanın ve benim yaşadığım Galatasaray’ın bir nevi simgesi olduğunu söyleyebilirim. Romanyalıydı, aslında biyolog eğitimi almıştı. Annesinin profesör, amcasının komodor, yani deniz subayı olduğunu anlatmıştı. Bütün doğu Avrupalı kadınlar gibi onun da iyi bir hikâyesi vardı.” (s. 18) Erciyes ve arkadaşları civardaki çoğu insanla aralarına mesafe koymuşlar, ne kadar yakınlarsa da Violette’in yaşamına pek girmiyorlar, İsmet arıza çıkarabilir. Türkiye’de kalabilmek için Aksaray’da kahve işleten İsmet diye bir adamla evlenmiş Violette, bu İsmet büyük ihtimal belanın ta kendisi olduğu için davetleri geri çeviriyor Erciyesler, Violette’in evine gitmiyorlar. “Bizim apartmanın o zamanlar aldırmadığımız, bıyıklı tuhaf adamlar trafiğinin de uzun zaman tek sorumlusu o oldu. Yıllar sonra yeni komşularımın da katkısıyla bu trafik gündelik bir rutin hâlini alacak, ben de sektöre giremeyeceğime göre, kız arkadaşımla birlikte buradan taşınmam gerektiğini anlayacaktım.” (s. 19) Okul bitiyor, işe giriyor Erciyes, o sıra Violette’in fahişeliğini biliyor ama bir yere kadar katlanılır şeyler o bahsettikleri. Sabaha karşı eve döndüğü bir gün aslında oturduğu yerin ne kadar civcivli olduğunu fark ettiği kısım da iyi, gündüz vakti yaşayan insanların şahit olamayacakları bir enerji, canlılık dolanıyor etrafta geceleri, gece işçileri o zaman çalışıyorlar, gece insanları o zaman yaşıyorlar. Birileri kavga mı ediyor sokakta, Violette cama çıkıp küfrediyor, mekânlardan yükselen ses katlanılamayacak boyuttaysa kavun karpuz kabuklarıyla doldurduğu poşetleri oturanların kafalarına atıyor, matrak. Iraklı mülteci Sahim Simon yaşamış bir ara o apartmanda, Kanada’ya gidebileceği halde ABD’den yana umudunu yitirmediği için uzun zaman o apartmanda yaşamış kardeşiyle birlikte. Katolik Asuri azınlığa mensuplar, İngilizceleri çok iyi, Katolik yardım örgütü Caritas’tan da sağlam yardım alıyorlar ama işler yolunda gitmemeye başlıyor bir süre sonra, 1994’te Türkiye Saddam’la ilişkileri düzeltmeye karar verince Dışişleri Bakanı Mümtaz Soysal’a eşlik eden İçişleri hemen duruma el atıyor, mültecilerin yaşadığı yerlere polis baskınları. Sahim yedi yıl Irak ordusunda savaşmış, evi basıldığı zaman panter gibi atlamış balkondan balkona, yırtmış ama evinde barındırdığı insanlar yakalanmış. Polisler gidince Erciyeslerin evinin kapısını çalmış, ilk söylediği: “I hate Mümtaz Soysal.” ABD’yi pek seviyor, oraya gitmiştir de 9/11’den sonra ne düşünmüştür bilinmez. Ganalılar var apartmanda, onların hikâyeleri de ilginç. Bir ara komün hayatına benzer bir şey yaşanmış apartmanda, yanda oturan Bizon Murat gelip elektrik süpürgesini istemiş falan, sonra da Erciyes taşınmış oradan. Cihangir’e miydi, oraya yakın, yaşamaya daha müsait bir yere. Binaların tarihiyle ilgili anlattıkları meh de kaybolup giden bir döneme dair deneyimleri şahane, okunası.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!