Linn Ullmann – Stella Düşerken

Video kayıtlarından biriyle başlıyor, Stella ve Martin’in konuşmaları. Her zamanki gibi oyun oynamayacaklar bu kez, markette yaptıkları gibi brokolinin brokoli olmadığını iddia etmeyecek Martin, kasiyerin çıkardığı ürün fotoğrafında brokolinin brokoli olduğunu görmesine rağmen sıradakileri delirtircesine ısrarlı olmayacak, tam yumruğu yemek üzereyken Stella’nın suyu gelmeyecek, hastaneye koşmayacaklar, ciddi ciddi konuşacaklar. 27 Ağustos 2000, Stella’nın konuşmak istediği ciddi bir mesele var ama Martin oralı değil, Stella’yı, yaşamlarını umursuyormuş gibi görünmüyor, Stella’nın ne anlatmak istediğini sorsa da dinlemeyecek, belli, Amanda ve Bee umurunda değil, kendi çocuğu Bee’yi bile pek sevmiyor, Amanda’yla yakınlık kuramıyor bir türlü, Stella’yla da. On yıldır birlikteler, avokado renkli kanepe yüzünden. Mobilya mağazasında çalışan Martin yakışıklı bir adam, son derece bencil, sevgilisi bu bencillik yüzünden basıp gittiği zaman kanepeyle ilgilenen herkesle yatmayı planlıyor Martin, böylece narsisizmini nesneye yönlendirip kendini aklayacak. Hiçbir kadın reddetmiyor adamı, sevgilisi olanlar, eşi olanlar, hiçbiri adamı istemediğini söylemiyor, Stella dışında. Anlatıdaki pek çok karakterin yaptığını yapacakmış gibi davranıyor Martin, Stella’nın kayıtsızlığını görünce cama çıkıp atlayacağını söylüyor, Stella’nın korkusu olmasa atlardı. İlk oyun. Sayısız oyun geliyor sonra, başkalarıyla flörtleşmeler, ilk kez karşılaşıyorlarmış gibi birbirleriyle flörtleşmeler, birbirlerini tanımazdan gelmeler, muhtelif. Kundera karakterleri gibiler, Slippin’ Jimmy, “Cap ou pas cap?”, ölüme kadar. Stella düşüyor, son oyun. Martin mi itti, kendi mi atladı, üç şahitten başka gören yok mu ne olduğunu? İki saniye, Stella’nın dokuzuncu kattan yere ulaşması tek bir sayfayı kaplıyor, en sonda, kendi sesiyle anlatacak ama itilip itilmediğini söylemeyecek. Bundan bahsetmemesi kendi tercihiyle yüzleştiğini gösteriyor belki, video kayıtlarında ve dedektifin sorgulamalarında atlamasının son derece muhtemel olduğunu anlayacağız, zira Martin’in kendine dönüklüğü katlanılmaz bir yalnızlığa yol açıyor, buna on yıl boyunca katlanmak yaşamı tüketmiş nihayet. Sıhhi tesisatçı bir de, Stella’nın ilk evine zorla kiracı çıkan adam yeni evde de tavan arasında yaşayacak, Martin’in isteğiyle. Evde biri daha olmalı, bir eş ve iki kız çocuğu boğucu. Amanda’nın babası Avustralya’ya göçmüş zamanında, Amanda babasını bir iki kez görmüş, ses seda kesilmiş sonra. Bee Stella “yüzünden”, aile ziyareti sırasında sevişiyorlar, bir süre sonra Bee doğuyor, tatlı bir çocuk. Stella’nın ailesindeki sadakatsizlikleri, acıları unutmasına yardımcı olabilir bu kız, Martin içinse cehennem kadar çirkin başlarda, biçimsiz bir çocuk, zincire bir halka daha. Adam defalarca ağlıyor, Stella’ya gideceğini, daha fazla dayanamadığını söylüyor ama umursamıyor kadın, eşinin çıkışlarına alışmış, gidemeyeceğini söylüyor. Sakinleşiyor Martin, gidemiyor. Birbirlerinin hapishanesi durumundalar, çıkış yok.

Videolar dışında karakterlerin anlatıcı rolüne büründükleri bölümler var, her bölüme bir anlatıcı. Corinne, kadın dedektif araştırmasını titizlikle sürdürüyor, daha fazla bölümü var. Martin’le ilk görüşmelerinde adamın aile tarihini anlatıyor, deve kuşu çiftliği olan ailenin üyeleri garip, Martin’in film yıldızı dedesi Elias’ın eşini ve çocuğunu bırakıp kariyer peşinde koşması bir yana adamın diğer bir tutkusu da tren raylarına uzanmak. Işıklar iyice yaklaşana kadar yatıyor, son âna kadar. En sonunda ikiye bölünüyor tabii, anlatıdaki diğer ölümler kadar saçma bir ölüm. Ayrılıklar ve ölümler iki tarafta da var, Stella ve Martin bu garipliklerin uzantıları olarak birbirlerini çekiyorlar, kendileri gibi garip insanlar için de mıknatıs gibiler. Axel kendi bölümlerine sahip bir adam, hikâyesi hoş, saplantılı biri. Ölümü bekliyor, hastanede tedavi görürken Stella’yla tanışıyor, sıcakkanlı hemşireyle. Aralarındaki dostluk ilerliyor, hastane dışında da görüşüyorlar ve Axel kendi bölümlerinde kadına duyduğu takıntıyı aktarıyor, bir de kızı Alice’le yaşadığı ilginç deneyimi. Alice evlenecek, babasıyla birlikte tören alanına geliyor ve damadı görür görmez evlenmekten vazgeçiyor, Axel’ın kulağına neler hissettiğini fısıldıyor. Babası yapılacak tek bir şey olduğunu fısıldıyor, az önce yürüdükleri yoldan geri geri yürümeye başlıyorlar bu kez, şaşkın bakışların arasında arabaya binip basıyorlar gaza. Küçük hikâyeler var böyle, matrak. Bir de Stella’nın gözünden görüyoruz Axel’ın anlattıklarını, sonlara doğru, ikisinin gerçeklikleri son derece farklı olduğu için yaşananlar farklı bir nitelik kazanıyor, gerçeklik son derece öznel. Karakterlerin anlattıkları üzerinden kurulan bir yapı. Hikâyelerin gerçeklikleri yoruma açık, ortaya çıkacak resim okura kalmış. Axel’a göre Stella ölmek istememişti, bir çatıdan asla düşmezdi o, atmazdı kendini. “Elbet manevi değerlerin düşüşe devam eder ama sen kendini durdurursun. Çok nadir olarak, yetişkin bir kadının ya da adamın aniden sokağın ortasına ya da bir arabanın üstüne düştüğünü görürsün ve olayın gerçekleştiği garip anda hem düşen kişi için hem de ona bakan kişi için son derece tatsız bir şeydir bu: Paylaşılan bir denge kaybıdır. Derken yaşlanırsın ve tekrar düşmeye başlarsın.” (s. 34) Krematoryum faslından sonra Amanda’yla zaman geçirmek isteyen Axel, kızın yalnız kalma isteğini anlamadığı zaman ısrarcı olacak, kıza annesinin aslında atlamadığını sezdirecek, Amanda isyan edip aslında Axel’ın ölmesi gerektiğini söyleyecek. Axel da aynı fikirde, yeterince yaşadı ve yeterince gördü ama yaşam öyle işlemiyor, Stella’ya kalsa Axel kısa süre sonra ölecekti. Yaşlı osuruğu o da sevmemeye başladı bir süre sonra, Kopenhag’da ansızın karşısına çıkmasıyla korktu da, adamdan uzak durmaya çalıştı ama küllerinin bile yanındaydı adam, ölümünü takip etmeye başladı bu kez. En önemli yan hikâye Axel, ayrı bir metni hak ediyor.

Martin’in sıkıntısının yanında Stella’nın acısı da var, Martin’in hissizliği canını yakıyor. Oyunlarla iletişim kurabiliyorlar sadece, uzun süre önce kaybolan sıcaklığı arıyor kadın, bu yüzden doğum kontrol haplarını almıyor ve tekrar hamile kalıyor. Düştüğü sırada karnındaki minicik canla konuşuyor, isim vermek için süresi var daha, havada asıldığı bir an yeter. Martin’in haberi yok bu çocuktan, Corinne’e inanmıyor da, Stella hap kullanıyor, hamile kalmış olamaz. İtmedi de zaten, yukarıda son kez sarıldılar, Stella boşluğa bıraktı kendini. Hiçbir görgü tanığı ne gördüğünden emin değil, Martin’in itip itmediğini bilmiyorlar. Corinne de çözemiyor meseleyi ama sezgilerine güvendiğinde, ne zaman bir katilin karşısına geçse sancı giren midesini dinlediğinde adamın katil olduğunu anlıyor. Başka bir gösterge yok, sancı. Bee doğduğu zaman başlayan uykusuz gecelerde Martin’in delirmeye başlaması, iyice dengesizleşmesi ortadan kalkmış gibi gözüküyor, sorgulama sırasında son derece sakin, söylediklerinden emin ama bir terslik var, on yıldır süren bir terslik. “‘Zaman öldürmek için oyunlar buluyorduk. Bir şekilde, her zaman oyun oynardık, birbirimize bir şeyler yaptırtmak için meydan okurduk, karşılıklı hikâyeler anlatırdık, amaçsızca vakit geçirirdik…’” (s. 140) Birbirlerinin travmalarından besleniyorlar, Martin Stella’yı yüksek bir yerden atlamakla, ölümle yakalıyor, Stella Martin’i durağanlığıyla, huzuruyla etkiliyor. Gediklerini büyütüyorlar birlikte, ne yaptıklarının farkına vardıklarında Stella düşüyor işte, dokuzuncu kattandı sanırım, iki saniyede bir ömür.

Ingmar Bergman ve Liv Ullman’ın kızı Linn Ullmann, bu ikinci romanı. Sinema dünyasına yer vermiş bu metinde, azıcık ama. Güvenilmez anlatıcılarla dolu bir anlatı, okurun niyetine göre gerçeği arayışa dönüşebilir, yalanların başarılı bir şekilde sıralanması olarak görülebilir, her türlü çok iyi bir hikâyesi var. Okumalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!