Altar Kaplan – Halifeler Köyü

Osmanlı Arşivi’nde yüz elli yıl öncesinden kalma defterlerdeki yazıları okur anlatıcı, yüksek lisans tezi için Kütahya’nın kasabalarına bağlı köylerdeki malvarlıklarını içeren temettüat kayıt defterlerini inceler. Osmanlıcanın yapısı gereği sözcükler cümledeki bağlamına göre belirlenir, gereksiz bir açıklamayla okura aktarılan bu özellik Hep O Şarkı‘da kısacık bir dipnotla şıp diye halledilebildiği için hikâyeyi etkileyecek bir paragraf niteliği taşıyabilir diye düşündüm, hayır, sıkça karşılaşacağımız fazlalıklardan biri. Anlatıcı altı köye ait defterleri bulamaz, arşiv görevlilerine sorduğu zaman defterlerin kaybolmasının mümkün olmadığını, arşivin orasından burasından mutlaka çıkacağını öğrenir, danışman hocası da aynı şekilde düşünür, o defterler olmadan tezini tamamlayacaktır. Arşiv’de tanıştığı kızla birlikte yaşamaya başlar anlatıcı, danışman hocaları aynıdır, kız da bir süre sonra tezini bitirir ve iki tezli olarak yaşamlarını sürdürürler. Tuhaf ayrıntılar var arada, karşıdan karşıya geçerlerken yol veren çok pahalı bir aracın şoförünün aslında vicdanını rahatlattığına dair küçük bir çatışma, muhabbetlerinin konusu olan malumatfuruşluk anlatıya oturmadan havada süzülür öyle, intihar etmeden önce gittiği barda delicesine içen, barmenle aşırı derin bir diyaloğa giren danışmanın hali de cabası. Adam kendini öldürmeden önce yazdığı metni postaya vermiş, anlatıcıya ulaştırmıştır, notunda bir sözü ya da yazıyı tasarlamanın yalana kapı aralayacağı yazmaktadır, metni bu duruma göre okumak gerektiğinden bahseder. Cenazede danışmanın sekreteri harap ve bitap haldedir, anlatıcının birlikte yaşadığı kızdan rahmetli hakkında hiçbir zaman iyi veya kötü bir yorum duyulmamıştır. Nedir bütün bunlar? Danışman eksik defterler üzerinden bir kurmaca üfürmüştür, anlatıdaki karakterlerle gerçektekileri bir şekilde eşleyebilirsek anlam açığa çıkar da biraz uğraş istiyor bu, Kadı’yı iyi takip etmek gerekecek. Bunun yanında asıl hikâyenin önsözü niteliğindeki bu kısım 27 Eylül 2013’te yazılmış, Arşiv safhası on iki yıl önce geçiyor, 2001 civarında. Bunlarla bir şey yaparız herhalde, dursun kenarda.

Şarkışlalı Serdari’den bir halk şiiri açıyor asıl anlatıyı, köylünün sefilliği ve yiyende ortak Osmanlı’nın eleştirisi. Ardından Kadı’yla tanışıyoruz nihayet, rüya görmediği nadir gecelerden birini aşıp sabaha varıyor, uyandığında işini yapmak üzere maiyetiyle birlikte köyleri gezmeyi sürdürüyor. Yıl 1844, İstanbul’da yenilik hareketleri tam gaz, Tanzimat’ın heyecanı Kadı’da az da olsa okunabiliyor. Ara ara karşımıza çıkacak, mesela Abdülmecid’in gezileri olsun, gayrimüslimlere tanınan kolaylıklar olsun, Tanzimat öyle veya böyle bir değişime yol açmıştır. Her zaman olumlu sonuçlar doğurmaz bu değişim: “Teamüller değişiyordu; mesleğe ilk başladığı yıllarda kazaskere bağlıyken, şimdi hangi makama bağlı olduğundan kendisi bile tam olarak emin değildi ve dolayısıyla bu türden bir görevlendirme kimse tarafından yadırganmazdı.” (s. 29) Merkezin zayıflaması yavaşlamamıştır, kurumlar iktidar çatışmasına doğru ilerlemektedir, Kadı bu durumda rütbesinin düşürülüp köylere kadı olarak atanmadığı için şükretmektedir aslında, Vali’nin kendisini neden o işe verdiğini anlamaz ama göze batmaması gerektiğini anlamıştır, ses çıkarmaz. Tanzimat’a kadar hemen her türlü işe bakan, gücünün zirvesine varan kadılık düşüştedir, en azından yetkileri sınırlanmıştır, icatlar çıkmaktadır kısacası. Görev tanımında bazı köylerin eksik bilgilerini tamamlaması yer almaktadır, Tanzimat daha detaylı kayıtlar sayesinde toplanmış daha çok vergi istemektedir, eski defterlerin aynen kopyalanması usulü iş görmeyecektir artık. Kadı işini iyi yapar, kayıtları sıkı tutar, görevi sayesinde geleceğe kalacağını düşünür çünkü zamanı gelince o defterlere mutlaka bakacaktır birileri de ne bulacaktır Kadı’dan, muamma. Kayıtların örnekleri var, Gıllıgışlı Köpür Hasan’ın sahip olduğu hayvanlar, topraklar sıralı da Kadı’nın adı sanı geçmiyor tabii, muhasebe defterine yaşadıklarını yazmayacağına göre. Gerçi ölüm kaydı var, defterin sonuna Kadı’nın malvarlığı ve merhumluğu da eklenmiş, o defterde ne işi varsa. Şimdi bu hikâyenin anlatıcısı da başka, danışmanın kaleminden doğduğu ve danışman da anlaşıldığı kadarıyla o dönemin gündelik eşyalarını bilmediği için şu düzlükte bölümler çok: “Sadece birkaç gezici pazarcıda giyim eşyaları, mutfak aletleri, tarım gereçleri, alet edevat gibi eşyalar satılmaktaydı.” (s. 43) Her birinin yerel bir ismi vardır mutlaka, gezici pazarcı “honnak”tır diyelim, tarım gereçlerinin isimlerini sıkmaya üşendim şimdi de akademik yazının havası metne iyice sinmiş. İleride dağın taşın konuşturulduğu bölümlerde, misal köpeğin kasabayı anlattığı kısımda hayvanın kırk nesillik köylü gibi konuşmasını nereye koyarız bilmiyorum, danışmanın Kütahya’da yıllarını geçirdiğini düşünsek olur belki. Tam bir hoca tribi, Kadı pazar yerini gezerken araya malumat giriyor: “Toprağın işlenebilmesi için yoğun emek gücüne ihtiyaç olduğundan, aileler sülale dedikleri geniş aile şeklinde varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Özellikle bir sorun zuhur ettiğinde ya da hasat zamanlarında emeğe duyulan ihtiyaç arttığında küçük aileler birleşerek işleri hal yoluna koyuyorlardı.” (s. 44) Bunun yanında sağladığı vergiye göre sınıflandırılan toprakların açıklamalarla birlikte verilmesi zaman zaman bir ders kitabı niteliği de veriyor metne, ilginç. “Sınai bitki”yi Kadı’nın düşünecek hali yok herhalde, danışmanın metinde kendini belli ettiği bölümler var böyle. Neyse, Halifeler Köyü sayılmayı beklemektedir, Kadı tayfasıyla beraber yola çıkıp köye ulaştığında köylüler anlatıya dahil olurlar, Kadı’nın sıkıntısını artırmak için köylülerden daha beceriklisi yoktur. Çoğu pılıyı pırtıyı toplayıp uzamıştır, devlet köye geldiği zaman mutlaka bir şeylerin cortlayacağını bilenler ortadan kaybolurlar. Zaman zaman Kadı’yla çatıştıkları da olur, Demirci nam gazi bir adam sesi en gür çıkandır belki, devletin haksız yere vergi topladığını söyleyince Kadı o yüce devleti över bir güzel, vergi verilmezse devletin ayakta kalamayacağını, devlet ayakta kalamayınca ortalığın eşkıyadan geçilmeyeceğini falan söyler, devlet her türlü lazımdır yani, vergi verilmelidir ki devlet devletliğini göstersin. Göstermiştir çoktan, köylülerin yoksul evleri iç burkmaktadır, Kadı düşüncelere daldığı zaman o yokluğun sebebini düşünürken bulur kendini. Ha, köydeki camiler zengin işi gibi duruyor, o başka, herkes Allah’ın evini güzelleştirmek için çalışıyor da anlamsız, Kadı dünya işlerine daha meyilli olduğu için durumun yanlışlığını düşünmeden edemez. Sosyolojik çıkarımları da vardır arada, bir zamanlar zenginle fakirin paylaştığı kamusal alanın giderek kaybolduğunu, yaşam alanlarının ayrıldığını üzüntüyle görür, gerekçeleri düşününce ekonomik saiklere ulaşır, çıkmazı kavramaya çalışır.

Anlatı bölümlere ayrılıyor Halifeler civarında, sayım sürecinin detaylarını her karakterin gözünden görüyoruz, anlatıcı sesini değiştirmeyerek herkesi tek tipleştiriyor. Subaşı’nın bölümünde şu var: “Ne var ki son yıllarda asayiş teşkilatında bir başıboşluk almış başını gidiyordu. Bu nedenle istikbalini kestirmekte zorluk çekiyordu. Devletin kuvvetli olduğu zamanlarda buna müsaade edilmezdi. Fakat zaman değişmişti, yeni kanunlar ihdas edilmiş, padişahın gücü azaltılmıştı.” (s. 81) Nedir, her bölüm zamansal olarak ardışıktır, Kadı sayar da sayar. Birine âşık olacaktır, katiplerinden birinin hayatını kurtarmak için hurafelere inanacaktır, en sonunda görevini tamamlayıp aşk acısıyla yanacaktır bir güzel. Açıkçası ağacın, köpeğin konuşması çoğu takla gibi şekil olsun diye atılmıştır, böylece anlatım çeşidi çoğalır da anlatıya tak tuk oturtulur bu ilginçlikler, tam yerleşmez çünkü ne gerek öyle bir şey. Dönemin gündeliğine, siyasi gerilimine dair dört dörtlük ayrıntılar içeriyor metin, onun dışında Kadı’nın bunaltısı pek bir şey vadetmiyor. Ne bileyim, Küheyli Buharlan veya Kitab-ı Duvduvani gibi örneklerden sonra çok soluk bana.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!