Ermanno Cavazzoni – Budalalar Takvimi

Bu müstesna metnin Türkçeye çevirlmesini Ferhan Şensoy’a borçluyuz. Şensoy 1996’da Paris’teki kitapçılardan birinden bir sürü kitap alıp metroya biniyor, kitapları kurcalamaya başlıyor. Cavazzoni’nin kitabı. 31 çeken ayın her bir günü için bir öykü, sonda takvime girmeyen bir öykü daha var ki bu öykünün etkisiyle şu an dinlediğim şarkı birleşince olma ağırlığı yine üzerime çöktü, bir şey delirtesiye kafama vuruyor, yazdığım şeye devam etmeliyim ama yarın iş güç var, oysa bitirmeme 9 Word sayfası kaldı, bitince yeni bir seriye başlayacağını öğrendiğim hoş bir yayınevine göndereceğim, belki olur belki olmaz ama olup olmamasına bağlı değil yazmak, bir şey delirtesiye kafama vuruyorsa da bu metni yazıyorum, yeterli. Ne bu, takvimden bağımsız bir zamanın izi, “Sayılandırma Dışı Sonsöz”, pek çok kentin varoşlarında dolanan yaşlı erkeklerle ilgili. Apansız bir dürtü sonucu evden çıkıyorlar, trenlere biniyorlar, otobüsleri bekliyorlar, saatlerce yürüyorlar. Nereye gidiyorlar? Polisler bulduktan sonra sorguya alınıyorlar, yanda insanlar olmasa daha rahat konuşabilirler, adlarını biliyorlar ama başka hiçbir şey hatırlamıyorlar ki yanda da kalabalık yok zaten, konuşmamalarının sebebi rasyonalize süreci, zihin o boşluğu başka şeylerle dolduruyor işte, dili evde unutmak, dudaklardan birinin diğerini kündeye alması, ne uydurulursa artık. Odaya alınırlar, labirenttir orası, çıkışsız. Pencere yoktur ama duvarın ötesindeki manzarayı görürler, onca insanın neden oraya toplandığını anlamaya çalışırlar. Çalışır, bire düştük. Polis kaç yaşında olduğunu sorar adama, adam bilmez, eşi bilir. Adı Boni’dir, polis Boni’ye ömrü boyunca ne yaptığını sorar. “Öne eğilir, etkilenmiş gibidir. Sanki bu söz onu duygulandırmıştır. Soru yinelenir. Gözlerini yumar, neredeyse ağlamak üzeredir. Şöyle der: ‘Ömrümde mi?’ Ve ağlamaya başlar. ‘Ne mi yaptım? Çok az şey yaptım. Size yemin ederim. (…) Alçak sesle şöyle der: ‘Pek zamanım olmadı. Öyle kısaydı ki…’ Sonra yineler: ‘Ömür! Öyle çabuk geçti ki!’ Ömür sözcüğünü andıkça ağlar. Burnunu çeker. ‘Bunu karıma da sorun,’ diye ekler: ‘o daha iyi bilir bunları.’ (…) Genellikle kimliğine ya da geçmiş yaşantısına ait başka bilgiler edinilemez.” (s. 170) Bir anda vurdu ve geçti, bir ömrün yankısını üç sayfaya hatta birkaç satıra sığdırmayı başaran Cavazzoni ne kadar övülse az. Şensoy öykülere dalıyor, gülme krizlerine giriyor, şaşırtıcı aptallık örneklerini okurken sinirleniyor, ineceği durağı kaçırınca sinirlenmiyor ama, son durakta inip ters yönde bir metroya biniyor “adamım” dediği Cavazzoni’yle birlikte, tek metro biletiyle iki kişi. Ertesi günlerde Cavazzoni’nin romanını arıyor, Fellini’nin sinemaya uyarladığını, bulamayıp Türkiye’ye dönüyor ve 1997’deki TÜYAP Kitap Fuarı’nda Eren Cendey’le tanışıyor. Cavazzoni’yi biliyor mu Cendey, bilmiyor, Şensoy hemen dostuyla yeni arkadaşını tanıştırıyor ve Cendey’in çevirisiyle biz de Cavazzoni’yle tanışmış oluyoruz. Manganelli’nin Centuria‘sını okuyanlara yabancı gelmez gerçi, öyküler arasında yapı akrabalığı var, anlatımlar benzer, birini seven diğerini de sever. Öykülerin meseleleri bambaşka tabii, Cavazzoni budalalara odaklanıyor ama burada biraz durmak lazım. Zekâ geriliği yaşayan iki üç karakterin başından geçenleri ayrı bir yere koyup geri kalanlara baktığımızda yaşamanın ne kadar zahmetli bir iş olduğunu hatırlıyoruz, çoğumuz gün içinde bunu hiç düşünmüyoruz, yaşamak gerçekten büyük uğraş isteyen bir şey. Geçmiş dizleri titretir, gelecek aklı kurcalar, kimseyi kırmamak için yuttuğumuz sözler göz kenarlarımızı kırıştırır, ne bileyim, bir köşeye çöküp ağlamak dünyanın en rahatlatıcı eylemi haline gelir, başka türlü baş edemeyiz çünkü. Azıcık hassas biri neyin içinde olduğunu biliyor ve diğerlerinin neden dışarıda olduklarını anlıyor, ağrısı anlamaktan. “Okuyucuya” bölümünden şu: “Kimileri, bundan sonra gelen ayın hiç bitmeyeceğini iddia etmektedir; işte bu pek tuhaftır, insan bunu daha düşünürken yorgun düşer.” (s. 5) Zaman geçirmek için havaya taş atan garip adamın hikâyesini bu bağlamda değerlendirebiliriz ama önce sonunda baş eğdiren bir öyküyü anlatmam lazım, “Primo Apparuti” ince insanların cehennemini içermektedir. Apparuti bir tamirci, 1918’de kendi isteğiyle bir akıl hastanesinde tedavi görmeye başlayana kadar hikâyesi bilinmiyor. Tarihler önemli, 1970’lerden 1700’lerin Aydınlanma ortamına kadar pek çok döneme gidiyoruz, karakterlerin gariplikleri o dönem bağlamında değerlendirilmeli. Neyse, Apparuti bisiklet tamircisi, bir gün dövdüğü demirin ağlamakta ve sessizliğiyle paylamakta olduğunu düşünüyor, vidaları sıkarken tornavidayı her çevirişte çığlıkların yükseldiğini duyuyor, vidaları gevşetmeye başlıyor. Gevşetmese bisikletin sahibi düşecek bu kez, çocuklarının çığlıkları tamircinin kulağında. İşyerini kapatıyor adam, kendini öldürmeyi düşünüyor ama eşyaya zarar verecek bu kez, yapamıyor. “Kimi zaman, bisikletlerin böylesine etkisi altında kalmamak için kente gidiyor ve tramvayın son durağına bir bilet alıyordu. Ama yarım kilometre sonra inmek zorunda kalıyordu çünkü kendini taşıtmaya değer bir insan olarak görmüyordu ve ayrıca motorun ona söylendiğini hissediyordu.” (s. 82) Uçan kuşun kanadından acı duyan Apparuti’nin tek mutluluk kaynağı evinin önündeki telgraf direkleri. Öpüyor direkleri, sarılıyor, her biri için geri geleceğine söz veriyor. Apparuti budala mı? Beyninde bir şeylerin cızt bızt ettiğini düşünebiliriz, bunun dışında dünyanın en hüzünlü adamı ve akıl sağlığı da yerinde muhtemelen, kendini değerli bulmadığının farkında. Kendi halinde bir bisiklet tamircisi böylesi eziyet veren bir farkındalıkla ne yapabilir, akıl hastanesine yatar en fazla. Çoğu budalalığın altında açık bir yara buluruz.

Taş adam ve ailesi. Renato Scalabrini’nin alışkanlığı havaya bir taş atıp düşmesini seyretmek, taş kafasına düşerse ağlamak. Çevresindekiler aptallığına doymamasını söylerler ama şikayet de ederler ara sıra, taş onların da kafalarına düşer. Öyle olursa Scalabrini delidir, diğer türlü aptal. Beş kardeşin en büyüğü, diğer kardeşlerinin de kendilerine özgü alışkanlıkları zaman zaman başlarına iş açar ama birincilik Renato’dadır, bir kezinde havaya ütü atar. Ailecek balığa gittikleri bir gün yaşanır bu, ütü Renato’nun amcasının kafasına düşünce adam “balık tutmaya ara verip fenalaşır”. Bazılarına göre deliler ailesi, bazılarına göreyse eğlenceli insanlar. Kim nereden bakarsa.

“Piromanyaklar” Bruno Primavera’nın ateşe düşkünlüğüyle ilgilidir. Ailesinden miras kalan evi üçüncü gün kül eder, kederli bir biçimde ortalarda dolanmaya başlar, üstelik evin küllerini cebinde taşır. Ailesinin anısına. Üflediği korlardan birini halının üzerine “düşürmesidir” sebep, sonra “su sandığı” alkolü ateşin üzerine boca eder, evi duman eder en sonunda. Serbest dolaylı anlatıcı Primavera’nın bakış açısını benimseyerek anlatır, böylece dikkat dağınıklıklarının ve küçük kazaların piromanyaklığı tatlı tatlı örtmesini izleriz, matraktır. Primavera kibritleri çok sevmektedir mesela, her şey bu sevgi yüzündendir. Okuldan bu yüzden kovulur, sınıf yanmaktan son anda kurtulur çünkü. Defterleri yanıktır, kalemlerinin mürekkebi kurumuştur, en sonunda yatırıldığı akıl hastanesindeki doktoru bile tutuşturmaya niyetlenir. Doktora göre Primavera tehlikelidir, yediği haltların üzerini örtmekte mahirdir, yakmadan duramaz.

Öyküler ömürlük veya anlıktır, karakterlerin ilginçlikleri süresiye. Anlıklar da pek hoş, “Hatalı İntiharlar” başlıklı iki bölüm var mesela, mutlu sonla bitmeyen pasajlardan oluşuyor. Mutlu son intihar edenin ölümü tabii, başkalarını öldürdükleri zaman son mutsuz. Mesela 1981’in Ocak ayında biri camdan atlıyor, üzerine düştüğü polisi öldürüyor. Lüzumsuz olacak ama bütün internet kafeyi yerlere yatıran bir şanssızlığı anlatmam lazım. CS haritası “de_aztec” var, asma köprülü kısmında köprüden atlarsanız suya düşersiniz, canınız gitmez veya toprağa düşüp ölürsünüz. Ben atladığım zaman aşağıdan geçen takım arkadaşımın kafasına düşüp ölmüştüm, çok düşük bir ihtimal bunun olması. Kişneyerek gülmüştük, evet. Neyse, adamın biri duvara çarparak intihar etmeye çalışır ama ölmez, yıkılan duvarın altında kalanlar ölür. “Vergiler yüzünden çileden çıkan bir adam” tren yoluna yatar, tren fren yaptığı zaman raydan çıkar ve yolculardan biri kalp krizinden ölür. Bu tür şanssızlıklar işte, muhtelif.

Bu öykülerin mutlaka okunması lazım. Malum sitede var, oradan alabilirsiniz, baskısı yok çünkü. Cavazzoni’nin romanları da basılsa keşke, Fellini’nin sinemaya uyarladığı özellikle.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!