Edmund White – Marcel Proust: Bir Yaşam

İngiltere’de yapılan bir ankete göre çevirmenlerin, yazarların, şairlerin falan en çok etkilendiği 20. yüzyıl romancısı Proust’muş. Sırf “madlen” yeter, Proust öyle bir etki bıraktı edebiyat dünyasına.  “Proustyen deneyimler” gibi kalıplar, snob snob konuşan insanları görünce, “Proustluk yapma!” tarzı uyarılar —ben uydurdum bunu, tamam— yazarın yüz yıldır yaşayan mirasının çok küçük parçaları. Proust’u Almancaya çeviren Walter Benjamin, Adorno’ya yazdığı bir mektupta çeviri haricinde Proust okumadığını, adama bağımlı olmak istemediğini söylemiş mesela, gerçekten de kapana kısılmışlık duygusu doğuyor. Yazar için kendi sesini kaybetme tehlikesi büyük, okurun durumunda da bir daha Proust’u okuyamayacak olmanın üzüntüsü var. Gerçi metinler tekrar tekrar okunur tabii, yine de ilk okumanın büyüsünü bir daha yakalayabilmek mümkün değil, bu durum özellikle Proust okurunu üzer. Yazarın ne hissedeceğine dair hoş bir detay var, Andrew Holleran gençliğinde bir arkadaşına şöyle yazıyor: “‘Robert çok acayip bir şey oldu: En sonunda Kayıp Zamanın İzinde’yi bitirdim; söyleyecek söz bulamıyorum; hani Joyce için romanın son noktası falan deniyor ya, saçmalık, son noktayı koyan Proust’muş asıl; öylesine bütünlüklü, abidevi, mükemmel bir eser yazmış ki ondan sonra ne yaparsan yap bir boka benzemiyor.’” (s. 10) Joyce ve Proust bir kez aynı ortamda bulunmuşlar, White bunun bir taksi yolculuğu olduğunu söylüyor ama Paris’te bir yemek masasında ortak arkadaşlarıyla birlikte oturduklarına dair bir şeyler okuduğumu hatırlıyorum. Joyce sessiz sakinken Proust’un şıkır şıkırlığı biraz rahatsız edici gelmiş olsa gerek. Sonrasında aynı taksiye binmişler ve hiç konuşmamışlar. Birbirlerinin metinlerini de okumamışlar zaten. Woolf’a göre Proust bir dehaymış, Beckett’ın Proust hakkında bir incelemesi mevcut, Gide’se Proust’un metnini basmadığı için sonradan çok pişman olmuş. Söylediğine göre böyle bir çaçaronun, davetten davete koşturan bir züppenin metninden pek hayır gelmezmiş. Yayınevine gelen dosyayı önce birkaç kişilik bir ekip okumuş ve hiçbir şey anlamamış, raporda arka arkaya sıralanan olayların hiçbir yere bağlanmadığını, onca insanın ne halt etmeye metne sokuşturulduğunu anlamadıklarını yazmışlar. Gide ön yargılı yaklaşarak metni başka bir yayınevine kaptırdıktan sonra okumuş ve neyi kaçırdığını anlayınca pişman olmuş, gerçi sonradan diğer metinleri basarak Proust’un Goncourt’u almasını sağlamış ama bunda Proust’un jüri üyelerine ısmarladığı sayısız yemeğin ve hediye ettiği onca ıvır zıvırın etkisi olduğu söyleniyor, doğrudur muhtemelen. Proust ömrünün son yıllarına kadar yazmayı sürdürdükten sonra emeğinin karşılığını görmek istemiştir, ailesinden kalan onca paranın bir bölümünü de bu ödüle yatırım olsun diye harcamıştır ve muradına ermiştir nihayetinde. Ölümünden sonra kardeşinin girişimleriyle basılmayan metinleri de basıldıktan sonra Proust’un büyüklüğü tamamen ortaya çıkmış olsa gerek, bir de yazdığı sayısız mektubun basımıyla birlikte külliyat tamamlanmış mı, tamamlanacak mıymış, öyle bir şey. Çok karışık oldu, özetlemek gerekirse 20. yüzyılın pek çok yazarı Proust’un karşısında şapka çıkarıyor, bunların içinde Alphonse Daudet yok, Proust Daudet’nin oğluyla birtakım eşcinsel münasebetlere girdiği için “şeytanın ta kendisi” olarak görülüyor, Daudet’nin lanetine uğruyor. Yakın arkadaşı Jean Cocteau’ya göre Proust’un sesi ruhundan yükselirmiş, en derininden. Yani, bir çiçeğe veya manzaraya uzunca bir süre dalıp gidebilen bir insandan bahsediyoruz, adam dikkat kesilirken bile tutkuluymuş ve bakışlarını ayırmazmış nesnesinden, öylece kalırmış. Nerede yazıyordu bulutlara bakakalan insanın derinliklerine ulaşamayız diye? Colette onun kıymetini ilk bakışta anlayamamış, Dylan’ı pek bir şeye benzetemeyen Baez gibi. Freud’dan tek bir kelime bile okumamış Proust, Bergson’dan çok az şey okumuş. Öyle biri işte, karşımızda Proust.

1871’de Yahudi bir anneyle Hristiyan bir babadan doğan Proust, eserlerinde Yahudi kökenlerinden hiç bahsetmemiş, yok saydığı ilk romanı Jean Santeuil hariç. Bu ilk roman ilginç, Proust’un mekânlarının ilk örneklerini bulabildiğimiz, bunun yanında meşhur eserindeki üsluptan oldukça uzak bir üslupla yazılmış bir roman bu, sanırım Türkçeye çevrilmedi. Otobiyografik bir romanmış bu, Proust bu metinde babasına dair olumsuz duygularını açığa çıkararak adamı gömmüş biraz. Sonraki metinlerinde ideal bir baba figürü çıkarıyor ortaya, belki de anımsamak istediklerini biçimlendirirken güzelliklere çirkinlik bulaştırmak istemediği için. Kayıp Zamanın İzinde‘nin Dreyfus meselesiyle ilgili bölümlerinde Musevi inancını yine ortaya çıkarmıyor, White’a göre kendi vicdanının sesini yazmaktan başka bir şey yapmadığı için Katolik dostları kendisine sırt çeviriyorlar, baba meselesini de buraya bağlayabiliriz gibi geliyor bana. Gerçi adam da bir garipmiş, Marcel’in efemine tavırlarını ortadan kaldırmak için oğlunu geneleve yollamış. Bahtsız çocukmuş Marcel, doğumu da III. Napolyon’u kovalayan sosyalist komün zamanına denk gelmiş. Kıtlıklar çıkmış, insanlar ölmüş derken hastalıklı ve kırılgan bir bebek olarak doğmuş Proust. Neyse, Marcel’in babası Adrien iyi bir doktor, Adrien’in babası Illiers köyünde yaşayan bir manav ve manavlığından çok yaşadığı yer önemli, zira Marcel bu köyün “Illiers-Combray” olarak anılmasını sağlıyor. Proust hacıları için önemli bir durakmış burası, gerçekten de mekân için ayrı bir bölüm vardı diye hatırlıyorum, katedral burada değil miydi? Yine White’a göre Proust’un alametifarikalarından biri, makaleyle roman arası bir tür yaratmış olması. Combray bahsi makale ciddiliğine ve kurgusuna sahip, ardından gelen bölümlerde romana ait anlatım türü ağır basıyor ve geçişler çok yumuşak, hissedilmeyecek kadar belirsiz, müthiş bir teknik. Uykuyla ilgili ilk bölümü hatırlarsak bilimsel bir makale havası da alınır yer yer, tabii anne sevgisi ağır basar. Sağlıksız bir bağlanma örneği sergilemiş Proust, çocukluğunda gerçekten de annesi olmadan uyuyamaz, annesini öpmeden rahat duramazmış. Sevgililerini makul olmayan isteklerle boğması, onları kendinden uzaklaştırması bu çocukluk nevrozlarıyla doğrudan bağlantılı. Annesiyle babası öldükten sonra evlerindeki bütün eşyaları alıp kendi evine yerleştirmiş, ne kadar çirkin mobilya varsa her şeyi toplamış. Çocukluğunu, kayıp zamanı hatırlatan onca eşyanın tuttuğu tozu düşünün, sonra Proust’un kendini evine kapatıp durmadan yazdığı, hiçbir camın bir an olsun açılmadığı zamanları düşünün, yazarın ölümünü yaklaştırdığını söyleyebiliriz.

Metinlerle ilgili detaylara ve Proust’un yaşamına değinip bitireceğim. Proust zaten erken olgunlaşmış bir çocuksa da Gilberte’e tutulduğu bölümde çok küçük, gerçekten küçük. Bir çocuğun nasıl onca yoğun duygular taşıyabildiğini düşünürken yıllar sonrasının yazarının kendi çocukluğunu baştan kurduğunu, anlatılanların aslında anımsama biçimleri olduğunu söyleyip işin içinden çıkabiliriz ama o zamanlar bir oğlan çocuğunun metres tutabildiğinden bahseder White, kısa pantolon giyen veletler kısa bir süre sonra kadınların dünyasına bodoslamadan dalabilirmiş kısacası. Gilberte, Albertine ve diğer kızlar hakkında her birinin bir erkeğe denk gelmediği söyleniyor, bu meseleyle ilgili White’ın çıkarımları ilginç. Proust uzmanı bir araştırmacının muazzam çabasını anıyor örneğin, bu araştırmacı metinlerdeki her karakteri Proust’un yaşamındaki insanlarla denklemeye çalışmış ve başarılı da olmuş gibi gözüküyor. Proust eski sevgilileriyle arkadaş kalmayı başaran bir adam, dolayısıyla davetlerde “erkek erkeğe” konuşmaları sürdürüyor ve piyasadan kopmamış oluyor, yeni tanışları da metinlerde yer almıştır belki, ağırlıklı olarak adı geçen karakterler önemli insanlar çünkü. Albertine’in gerçek hayattaki esin kaynağının —yanlış hatırlamıyorsam— Proust’un hizmetindeki Agostinelli olduğunu söyleyerek geçeyim bu bahsi, her bir karakter için bir karşılık var. Ulaşamadığı aşklarını metinlerine alıyor Proust, diğer pek çok şeyle birlikte. Yazma sürecinde astımına çok şey borçlu bir yandan, çalışmak istediği zaman insanları uzak tutan bir bahaneye dönüşüyor bu hastalık. Üst Kat Komşusuna Mektuplar‘dı galiba, Proust’un durmadan yazdığı bir dönem var, annesiyle babası öldükten sonra halasının sahip olduğu bir apartmana, Paris’e taşınıyor Proust ve durmadan çalışıyor, komşusu olan kadınla kurduğu muhabbete bakarsak ölümden ve gürültüden korkuyor, uğraşını bir an önce bitirmek istiyor. Bahsettiğim metin YKY’den çıkmıştı, dileyen okuyabilir.

Bir dünya detay, Proust’un yaşamına yakından bakışlar, anılar, yazı serüveni. Kısa ve iyi bir inceleme, tam biyografi değil. Proust’u sevenler kaçırmasın.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!