Ala El-Asvani – Diktatörlük Sendromu

Sisi başa geçince el-Asvani’nin kitapları kara listeye alınır, bir diktatörlük zar zor sonlanmışken bir diğerinin zorbalıklarından korkar el-Asvani. Arkadaşıyla birlikte kaydettikleri bir dizi sohbetle yetinmez, deneyimlerini yazmaya başlar, metninin yarısını Kahire’de tamamladıktan sonra yurt dışına çıkmaya karar verir çünkü rejim hem kendi yaşamını hem de ailesini tehdit eder hale gelmiştir. Telkin edildiği gibi tıbbi bir rapor biçimindedir metin, USB bellekte gizlidir, bellek diş macunuyla tıraş kreminin arasında gizlidir, o şekilde çıkarılabilir ülkeden. Sansür mekanizması muhalifleri öğütmeye devam etmektedir, yazar devlet kurumlarına hakaretten hapis yatmak istememektedir, diktatörlüklere ateş püskürmektedir ve otoriter rejimlerde yaşayanları uyarmak için elini taşın altına koymuştur, bize okumak ve ülkeleri kıyaslamak düşer. Metnin bir yerinde bahsedildiği gibi demokrasi geleneği kuvvetli ülkelerde diktatörlerin iktidarı ele geçirmesi zordur ama imkansız değildir, Batı’da dahi bunun örnekleri görülmüştür. Toplumsal travmalar böyle sonuçlara yol açmışsa da günümüzde tam anlamıyla bir diktatörlükten söz etmek, en azından Batı dünyası açısından mümkün değildir, Doğu’daysa fıtrattandır da demeyeceğim ama toplumun biat kültürü asırlardır diktatörlüğe çanak tuttuysa, eh, canım kardeşim, kabahatin çoğu sende. Demeye dilim de varmıyor, kıt bırakılan halk bir eldeki ekmeği gönül rızasıyla alırken diğerinin indirdiği sopaya eyvallah ediyor. Abdülnasır örneğinde öyle olmuş, toprakları köylülere dağıtıp büyük şirketler millileştirilince, parasız eğitim ve sağlık hizmetleri de cabası, halk Nasır’ı baş üstünde tutuyor. “Sendrom” başlığı tam oturmuş, İsrail’e savaş açan Nasır’ın destekçileri “Tel Aviv sahilinde çayımızı yudumlayacağız” pankartlarıyla liderlerine destek vermişler, ağır cortlayan “Emevi Camisi’nde namaz kılma” söylemiyle bir. Yazarın babası Abbas el-Asvani ünlü bir sosyalist, hukukçu ve muhalif, Nasır’ın reformlarını desteklese de tek bir kişinin dahi onuru çiğnenirse sosyalist kazanımların hiçbir değerinin olmayacağını, savaş çıkınca da ülkesini desteklemek zorunda olduğunu söylemiş. Mısırlı aydınların genel görüşü. O sırada Ala el-Asvani çocuk, karşı komşusu Marta’ya radyodan duyduğu haberleri veriyor. İsrail’in 23 uçağı düşürülmüş, 46, 87, nihayet 200 uçak. Marta başını sallayıp İkinci Dünya Savaşı’nda bile bir günde o kadar uçağın düşmediğini, devletin halka yalan söylediğini belirtiyor. Sonrası ajanlar, dış mihraklar, ne halt varsa onlar yüzünden kaybedilen bir savaş, toplumsal bir travma. Nasır istifa ettiğini duyurur duyurmaz halk sokaklara dökülüyor ve istifadan vazgeçirmeye çalışıyor lideri, o giderse ülkeyi bir arada tutacak kimse yok çünkü. Tam bir teslimiyet. Hesap soracak kimse yok, tek adam rejimini milyonlar destekliyor. Nasır’dan sonra özeleştiri yapanlar büyülendiklerini söylüyorlar, göz kamaştırıcı yenilikler ve propagandalar sayesinde Mısır’ın bir dünya devleti(?) olduğunu düşünmüşler, lider en doğrusunu bilirmiş, ekonomistmiş çünkü. Yani elmayla armudu karıştırıyorum çünkü bugünden bakınca elma aslında armut, bütün diktatörlükler armuda varıyorlar. Gerçi el-Asvani’nin anlattığı vakalarda durum çok daha kötü, basın tamamen ele geçirilmiş, liderlerin Daenerys Targaryen’i kıskandıracak uzunlukta unvanları var ve kimse sormuyor o kadar unvanın ne işe yaradığını, soranlar hemen kuytuya çekilip katlediliyor. Bir başka olan memlekette gazeteciler katlediliyor, adaletsizlik almış başını gitmiş de ipin ucu o kadar kaçmamış gibi geliyor bana, en azından kaçmadığına inanmak istiyorum. Sonuçta Nasır istifa etmesini istemeyen halkını dinlemiş ve ölene kadar ülkenin başında kalmış, ne güzel. Koltuğun yeni sahibi hazırsa, daha doğrusu devlet tüm organlarıyla yeni diktatörü bekliyorsa geçmiş olsun, devrim yapılmadığı sürece pek bir şey değişmeyecek demektir ki yapılsa da pek bir şey değişmeyebilir, kökten bir temizlik gereklidir otokrasiden kurtulmak için. Churchill savaşı kazandıktan sonraki ilk seçimde şutlanmış, olağanüstü şartların ortadan kalkmasıyla başka tür bir iktidara ihtiyaç duyulacağını düşünen halk yöneticisini değiştirmiştir, Doğu’daysa silsilenin bozulduğu pek görülmemiştir, en kötü durumlarda bile. “Bir diktatörün etkisi altındaki insanlar akıl hastalarına benzer: Özgürlüğe ihtiyaç duymadıkları için özgürlük mücadelesine girişmezler ve bir yandan koruyup öte yandan iradesini temsil ettikleri diktatörün olmadığı bir hayatı düşünemezler.” (s. 21) Vatandaşlar tipleşmiştir, “makbul vatandaş” diktatörün emrine amadedir artık. Makbul işinde gücündedir, ekmeğine bakar, ailesinin dışında sorumlu olduğu hiçbir şey yoktur. Yükselmek, daha çok kazanmak, çocuklarını iyi okullarda okutmak ister, yaltaklanır, yeni anayasa yerine cinsel gücü artırıcı ilaçların, yeni mobilyaların peşinde koşar. Mısır’daki örnekte Mübarek’in indirildiği zamanlarda eylem yapanları polise şikayet etmekle mükelleftir, düzenin değişmesi işine çomak sokacağı için anarşistleri hacamat etmeye bakar, o anarşistler makulün daha iyi şartlarda yaşaması için canları pahasına mücadele ederler de makbul umursamaz bile, anlamaz, karışıklık çıkaranların canını almaya dahi kalkar. Makbul için din namazdır, oruçtur, iyi ve ahlaklı olmak değildir. “Makbul vatandaş bu bakımdan diktatörlüğün en beter semptomlarından biridir: Diktatörün uzun süre iktidarda kalmasının temel sorumlusu makbul vatandaştır. Muhtemel bir devrimin uzun süre gecikmesi ya da çeşitli devrim girişimlerinin başarısızlığa uğramasının sebebi de odur.” (s. 43) Arada bir iki serdengeçti çıkar da diktatörlerin suratına yapıştırırlar gerçeği, Constantin Pirvulescu nam parti üyesi Çavuşesku’nun yeniden başkan seçilmesine karşı çıktığı zaman kongre salonu sessizleşir, sonra parti üyelerinin yuhalamaları duyulur, Pirvulescu onların adi yalancılar olduklarını haykırarak tepki gösterir. Nedir, zaten seksen dört yaşındadır, ev hapsine konur ve parti üyeliği iptal edilir ama Çavuşesku’nun devrildiğini görecek kadar yaşar. Bir diğer örnek Şeyh Aşur’dur, savaş faciasından sonra göstermelik yeniliklerle demokrasiye çark ettiğini düşündüren Nasır bir genel kongre düzenler, parti üyelerini dinler. Övgüler, saygılar, bir dünya tatavadan sonra Aşur sazı eline alır, israftan yalancılığa çat çat sayar Nasır’ın hatalarını, noktayı koyar: “‘Seni başımıza efendi olasın diye değil, devlet başkanlığı yapasın diye seçtik.’” (s. 129) Malum kişiye Allah demek için toplanmamıştır insanlar oraya, Aşur o sebeple gelmemiştir en azından, haliyle ortadan kaybolması için de uzun süre geçmesi gerekmeyecektir. Büyük tehlike, illüzyon kaybolursa güç de kaybolur, diktatörler bunun farkında oldukları için büyüyü peklemeye kalkarlar. Saddam Hüseyin bir film çektirmeye kalkar mesela, bir gün yönetmeni yanına çağırarak kendisini canlandıran aktörü kastederek bacağına giren kurşun çıkarıldığı sırada yüzünü öyle buruşturmadığını söyler. Yönetmen olaya el atar, aynı sahnede oyuncusunu gülümsetir. Kaddafi’ye bakalım, kendi adına barış ve edebiyat ödülü düzenlemiştir. Burada da bir rezillik var, 2009’da ödül Juan Goytisolo’ya verilir de Goytisolo askeri bir darbeyle iktidara gelip Libya halkını ezen bir diktatörden ödül almayacağını belirtir. Chinua Achebe aynı nedenle ödülü reddeder, Gaber Asfour alır ama o da iki yıl sonra geri verir ödülü, kamuoyundan sağlam bir tokat yedikten sonra muhtemelen. Günümüzde Türkmenistan’ın mıydı, şaklaban bir başkanı var, vatandaşı olmadığımız halde de komik değil açıkçası. Deli gibi bir şey, yazdığı kitabın camilerde Kuran’la birlikte okunması gerektiğini söylemiş, ay adlarını değiştirmişti galiba, öyle tuhaf tuhaf işleri var. Güç zehirlenmesi böyle bir şey.

Diktatörlüğün veçhelerinden çoğu var, bilimsel değil de sohbet havasında bir metin. Entelektüel tiplerini çok iyi tespit etmiş el-Asvani, bir başka memleketin yandaş entelektüelleriyle kıyaslayınca hiç fark yok. Aslında diktatörlükler arasında fark yok, tek tip bir yapı var hepsinde. Boyun eğilecek, susulacak.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!