Adı Yemendir’de anlattığını Kenya izlenimleriyle birlikte tekrar anlatıyor Otyam, iki metin arasında içerik farkı var mı bilemedim, bu versiyonu daha teferruatlı gibi geldi. Metnin genişlemesiyle, aslında benimle alakalı mevzu, parça parça hatırladığım bir metni hafızamda çekeliyor muyum oraya buraya, zamanın budadığı hikâyeyi ikinciye kurarken yeşertiyor muyum bilmem, dandik eğretilemelere daldığıma göre metne geçebiliriz. Fotoğrafları Fikret Otyam’la Filiz Otyam çekmişler, özellikle mızrağını kaldıran yerlinin gözlerinden fışkıran ateşleri yakalamayı başardıkları için tebrik edebiliriz, hani tehlikeyi savuşturmaya çalışan yerli vursa vurur alnımızın çatından. Great Rift nam bir vadi, kocaman dallı yapraklı ağaçlar, bitkilerin çevrelediği düzlük ve: “Masai kabilesinin bu genç savaşçısı, zehirli uzun okunu bana çevirmişti. Upuzun ama upuzun boyluydu; savaş belirtisi olarak kara derisini renkli boyalarla nakışlamıştı!” (s. 5) Tehlikeli olmadığını elleriyle anlatmaya çalışıyor Otyam, adım adım geri çekilirken, eh, ölüm pahasına boynundaki fotoğraf makinesine uzanıyor. Çıt! Genç adam da şaşırıyor, heykel gibi dururken kolunu yavaş yavaş indiriyor. Kara bedenindeki kırmızı boya saçında da var, hayvanların içyağını toprakla karıştırarak elde ettikleri bir renk, saçlarsa koyun yününden yaptıkları peruk. Kulaklardan boncuk küpeler sarkıyor, bileklerden de, yaban öküzü derisinden yapılmış kalkanını göğsünde tutarak bir kedi sessizliğiyle ormana dalıyor yerli. Aslan kükreyip dünyayı dondurduktan sonra! Bütün sesler kesiliyor, bütün devinim duruyor o an, kentli popolar için büyülü bir an!
Masai kabilesinin bir bölümünün yaşadığı köyde takılıyor Otyamlar, incelemelerde bulunuyorlar, yerlilerin müzik aletlerine göz atıyorlar, danslarını izliyorlar. Halhalları çok tanıdık, Doğu ve Güneydoğu Anadolu kadınlarının taktıklarından. Erkeklerin perukları savaşlarda boyunlarını da koruyormuş aynı zamanda, estetik için yapılanlar birden fazla işe yarıyor, mesela yumurta da çırpabilirler. Bence. Kulübeleri ağaçtan, dalları büküp büküp birbirine taktıktan sonra bir de çamurla sıvayarak yapıyorlar, ayrıca üstlerine ve kulübelerin içine döktükleri karışım sayesinde bok gibi kokup her türlü haşaratı yaşam alanlarından uzak tutuyorlar. Zehirlenmediklerine göre uyum sağlamışlar onca nesilde, gönendirici. “Şişman bir Masailigörmek olanaksız; hepsi tornadan çıkmış gibi biçimli, adaleli ve çoğu uzun boylu. Hele erkekler! En sevdikleri gıda süt… Çok süt içiyorlar, ama süt her zaman yalnız içilmiyor. Duyduğumuz zaman şaşırdık, inanamadım; görünce anladık doğruluğunu. Büyükbaş hayvanların boyun damarlarından birisini şişliyorlar, başlıyor kan akmaya, bu kanı alıyorlar yeteri kadar, sütle karıştırıp öyle içiyorlar. Hayvanın boynuna da bir çamur sürüp kan akımını önlüyorlar! Pek lezzetli olurmuş, olurmuş ama biz bu lezzetli sütten içemedik, içimiz kaldırmadı!” (s. 14) Yağışlar nanay, hayvancılık ve avcılıkla geçiniyorlar, kozmogonilerine göre Tanrı kendilerine ot ve davar vermiş, salmış dünyaya, vahşi hayvanların etini yemek ve tarım yapmak yasak bu yüzden. Birbirlerini selamlama biçimi: “Umuyorum ki davarın iyidir!” Bizde günün aydın olması dileniyor mesela, adamların her günü aydın olduğu için mantıklı.
Kenya halkı yiğit ve savaşçı bir halk, İngilizlere karşı ok ve mızraklarla, bubi tuzaklarıyla savaşmışlar, muvaffak da olmuşlar ama İngiltere orayı hemen minyatürüne çevirivermiş, aslında İngiltere çok daha gelişmiş bir Kenya yani. Nairobi’deki yapılar müthiş, tam bir Avrupa şehrini andırıyor ortam, az ötedeyse antiloplar koşturuyor, sırtlanlar sırıtıyor, Hemingway beynini dağıtıyor. Yazarın sıklıkla takıldığı, avlandığı yer Kenya. Bunları yazıyor Otyam, güzergâhı incelerken geçtikleri ve gidecekleri yerleri zihninde bir araya getirmeye çalışıyor ama Yemen sürekli fırlıyor bir yerlerden, Yemen’de bir eksik var, Yemen’in açtığı yara taze hâlâ. “TEYZEMİ BULAMADIM, YEMEN KAZAN BİZ KEPÇE. HELE BAŞKENT SAN’A’DA TEYZEMİ ARAMADIĞIMIZ SOKAK EV KALMADI NEREDEYSE. BUGÜN KENYA’YA UÇUYORUZ. OLANAK BULURSAK FOTOĞRAF ÇEKMEK İÇİN ASLAN VE FİL AVINA KATILACAĞIZ.” (S. 19) Bir şey avladıklarını görmüyoruz, az daha av oluyorlardı hatta. Yerlilerin hareket eden her şeyi vurmaya çalıştıkları zamanlarda yautja elbet hayvan gibi teknolojiye sahipti ama o kadar gelişkin olmadıklarında karşılaşsalar neler olurdu acaba, hani kolonyal havalarda önden barut dökmeli silahlara karşı lazerli kuzerli zamazingolarla üstünlük kurmak kolay, bir de öylesini görseydik. Neyse, Yemen bahsine geldik. O kitabın yazısında anlatmıştım, ikinci baskıya geçiyorum. Nasıl anlattığımı da hatırlamıyorum ama o kadar ciddi anlatmayacağım şimdi. Mümkünse o kadar ölümün içinde.
Naciye’nin elinden bir gül düşüyor, ruh toprağa kavuşuyor, Fikret annesinin neden sürekli ağladığını yıllar sonra anlıyor: zamanında Yemen’den kaçarken kız kardeşini yanına alamamış ne yazık ki Naciye, yeni evlendiği eczacı eşi ve çocuklarıyla beraber gemiye binebilmiş ama kardeşine müsaade etmemiş İngilizler. Bir daha haber yok tabii, izini bulamamış Naciye, eşi sorup soruşturmuş ama güvenilirliği şüpheli bilgi kırıntıları anca. Bu Yemen seferi onca yıldan sonra kayıp teyzenin izini bulmak için, başka türlü rahat edemeyecek Otyam, ölüm döşeğindeki annesinin istediğini yerine getirmek zorunda. Yemen’in tarihi malum, üslubunca anlatıyor Otyam, mekânı basıp kafaları kestiren paşalar, Batılılarla anlaşmalar yapıp Osmanlıları iteleyen imamlar, en sonunda babasının zar zor kirişi kırıp Türkiye’ye dönüşü. Eşkıya hikâyesi işte, askerler sadece cephede değil, her yerde kırılıyorlar hastalık yüzünden, eczacı baba kendi ürettiği ilacıyla İsmet İnönü’nün bile hayatını kurtarmış orada. Neyse, son sefer artık, hasta kafilesinin başında gemiye ulaşmaya çalışıyor eczacı da karşısına silahlı adamlar çıkınca sinirleniyor çünkü her saniye değerli. Pazarlık uzuyor, eczacının yüzü seğirmeye başlıyor, tam silahını çekeceği sırada arkadaşı engelliyor. Şuydu buydu derken dönmeyi başarıyor ama yetiştiremiyor hastalarının çoğunu. Tarifsiz acı. Kurtuluş Savaşı’nda muvazzaf, 29 Ekim’de Konya’da görevli, Aksaraylıların verdiği eczaneyi işletmesinin en önemli sebebi olan kayıplar geride kalmış ama acı hiç geçmemiş. “Halk bağrına basar eczacıyı, kısa sürede saygınlık kazanır, paraya pula önem vermez, ‘Bu halk verdi eczaneyi bana, eczane halkın malıdır’ der. Adı da Halk Eczanesi’dir zaten..” (s. 44) En büyük kardeşi Yemen’den dönen İngiliz gemisinde doğar Otyam’ın, kendi Aksaray’da doğar, yıl 1926. O sıralar patlayan bağırsak hastalığı salgını yüzünden ölümün kıyısına kadar gelir, onlarca bebek ölür, baba çaresizlik içindeyse de Yemen’de kullanıp askerlerin hayatını kurtardığı ilacı oğlu Fikret’in üzerinde dener. Bebek yavaş yavaş iyileşir, annelerle babalar kucaklarında bir dünya bebekle kapıyı çalarlar, yüzlerce çocuk kurtulur, eczacının adı “Cici Baba”ya çıkar. 1960’a kadar yaşar, ömürlük macerası 27 Mayıs’ın ertesinde son bulur, Otyam’a göre bir yaşam iyilikle nasıl doldurulursa “yorgun savaşçı” öyle doldurmuştur yaşamını. Annenin dalıp gitmelerine, Yemen bahsine bu hikâyelerden sonra geliyoruz, özetle gidip arıyor Otyamlar, teyzeden bir iz, bir haber, tanıdık çıkarsa daha iyi, mezarını bulmak istiyorlar en azından. Devletin en üst kademelerine ulaşıyorlar, pek umursanmıyorlar, teyzeyi tanıyan bir iki kişi çıkıyor da elleri boş gitmiyorlar Afrika’ya. Çocukları ölmüş, teyze ölmüş, son nefesine kadar ablasını anmış durmuş kadın, yüzlerce kilometre ötede camdan boş boş bakan, dalgın anneyle aynı anda birbirlerini düşünüyorlar muhtemelen. Bir kırmızı gül, bir gözyaşı, annesinin neden ağladığını daha önce öğrenseydi her şey başka türlü olabilirdi. Belki.
Gezi yazıları, aile tarihçesi, Otyam’dan yine sıkı metin. YAZKO’dan çıkanıyla bir karşılaştırılmalı, neler var neler yok.











Cevap yaz