Necati Cumalı – Zeliş

Tütün Zamanı aslında, internetten bulduğum bilgilerden çarpıyorum, 1959’da basılmış, Arıburnu sinemaya uyarlamış, Yılmaz Güney başrolde. Adı değişmiş sonradan, Nezihe Meriç anılarında anlatıyor, millet Zeliş’i o kadar tutmuş ki romanının adını da kızın adı yapıvermiş Cumalı, ilk adı da üçlemeye vermiş. Acı Tütün‘le Yağmurlar ve Topraklar, oldu Urla’nın, İzmir’in köylülerinin tütünle, kodamanlarla mücadelesi. Bu metne bölgenin sosyoekonomik yapısını ayrıntılarıyla açıkladığı bir giriş yazısı yazmış Cumalı, üzüm bağlarının nasıl tütün tarlalarına dönüştürüldüğünü, muhacirlerin nerelerden gelip hangi koşullarda yaşamaya çalıştıklarını, çok partili seçimlerle birlikte neden DP’yi tutmaya başladıklarını anlatıyor, iyi de yapıyor zira hikâyenin merkezindeki iki ailenin en ufak bir fişteklemede tutuşmaları, kanlı bıçaklı hale gelmeleri, bırakmak zorunda kaldıkları ata topraklarında sahip oldukları statüyle övünmeleri, devletle kurdukları ilişkideki tutumları aydınlanıyor. Cumalı’nın ailesi de canını kurtarmak için Rumeli’den kaçanlardan olduğu için, üstelik o sıra daha iki yaşında Cumalı, o insanların yaşadıklarını iyi biliyor, travmanın ne kadar derini oyduğunu, yurtsuzluğun kederini, yasın nesiller boyunca süreceğini. Günümüzde unutulmuştur. Kayıt altına alınmayan hikâyeler kayıp, bilinenler gömülü, devlet de Balkan Savaşları’nın yarattığı yıkımı örtmek için bütün tuşlara basmış, baskıyla unutturmuş. Büyükbabamın Selanik’ten kaçışını biliyorum ama ailesinin yaşadıklarını bilmiyorum mesela, annemin dayısı yıllar boyunca çalışıp aile ağacını çıkartınca annem almış bir kopyasını, bana göstermişti, bir dünya isim vardı. Ne oldular, bir kısmı Bolu’ya gitmiş, abimin eşinin ailesi Bolulu, biliyorlarmış onları, bir kısmı Bursa’da, Tırnova’da kalanlar var, Selanik’te kalanlar var, soyağacı muhabbeti çıkınca doğrulandı. Çok dağıttım, Cumalı’nın anlattığı insanlar Batı Trakya’nın değişik bölgelerinden gelmişler: Dramalı, Kavalalı tütüncüler, Arnavutluk’un çoban köylüleri, Manastır yakınlarının toprak sahipleri. Urla’ya gelenler Rum mallarını satın alıp yerleşmişler, Cemal’le Zeliş’in kaçarken sığınmayı düşündükleri kilise gibi pek çok yapı kalmış geriye Rumlardan. “Kurtuluş Savaşı’na kadar insan sayısı elli bine yaklaşan bir kentmiş Urla. Halkının büyük çoğunluğu yerli Rumlardan oluşurmuş. Urla’nın yaşlıları, yerli Rumlarla birlikte bir arada çok iyi geçindiklerini anlatırlar. Bu yaşlılardan birine aradaki ırk, din ayrılıklarının geçimsizliklere yol açıp açmadığını soracak olursanız, ‘O da neden?’ der size: ‘Onlar da bizim gibi kendilerini Urlalı bilir, Urlalı sayardı, bizden ayrılmazlardı! Herkesin kendi dini kendine! O herkesin kendi bileceği şey!'” (s. 7) Rumlar jimnaza gidiyorlar, liseye, ardından bazıları Avrupa’da üniversite okuyorlar, Türkler medreseden sonra ne yaparlarsa yapıyorlar artık. Eğitim dışında pek bir ayrı gayrılık yok düşmanlık ateşlenene kadar, Cumalı çocukluğunda kasabada çıkan o büyük yangını üzüntüyle hatırlıyor, Kurtuluş zamanından önce Rumlardan birkaç ipsiz sapsız serüven düşkünü, bir de dışarıdan gelen provokatörler ortalığı iyice germişler, oysa Rumların büyük çoğunluğu Venizelos’un sömürgeci politikasına açıktan açığa karşıymışlar. Ya o kadar hüzünlü bir hikâye anlatıyor ki Cumalı, romanın konusunun bunlarla doğrudan hemen hiçbir ilgisi yok ama çıkamıyorum önsözden, son bir alıntıdan sonra romana geçeceğim artık: “Afyon’dan İzmir’e doğru saldırıya geçen ordularımızın utku haberleri, anavatanının öksüz kentlerinden her gün birkaçının kurtuluş ordularını karşılamak, o orduların saflarında, akşam karanlıklarında sınırdan kaçırdığı çocuklarının dönüşlerini kutlamak için yollara döküldüğü duyulunca yerli halkı birbirine katan savaş kundakçıları en son ne kötülük yapabileceklerini şaşırmışlar. Suçu günahı olmayanı, dostunu komşusunu görmüş, vedalaşmış, helallık dilemiş, Urla’dan öyle ayrılmış. Giderken beraberinde götüremeyeceği bir saksı çiçeği varsa onu da komşusuna bırakmış. Öbürleri, topçumuz Urla beleninin gerisinde mevzi alıp, işgal kuvvetlerine ‘Teslim ol!’ işaretini verinceye kadar beklemişler, sonra vermişler Urla’yı ateşe! Önce birkaç evden başlayan ateş hemen büyümüş, bütün Rum mahallelerini sarmış, kül etmiş.” (s. 9)

Zeliha’nın kaçan keçinin ardından koşturmasını izliyoruz, Recep nam babasının sağlam urgan almamasından yokluk çektiklerini anlayabiliriz, Recep’in parayı nargileye gömdüğünü anlayabiliriz, bütün işi gücü eşiyle kızlarına yıkmaya çalıştığını anlayabiliriz. Tütün dizmede, toplamada var gerçi, önemli işlerde piyasaya çıkıyor bir. Keçi kaçtı, Topal Avni Bey’in yarıcılığını yapan ailenin bahçesine girip bir iki fideye zarar verdi ve Cemal’in “tüylerinin zengin renkleriyle dişisinin gözünü kamaştırmak için kabaran erkek bir tavuskuşu” olmasına yaradı, Zeliş’in heyecanını görmeli. Tutuluyorlar birbirlerine, mektuplardan önce bahçede yaktıkları ateşlerle, yol kenarında bir iki dakikalık sohbetle gösteriyorlar ilgilerini, Cumalı bu ilişkilenme biçimini dört dörtlük işliyor. Ne konuşacaklar, Cemal’e mani bilip bilmediğini soruyor Zeliş, Cemal bildiğini söylüyor ama kekelemesinden bilmediği anlaşılıyor, sessizlik. Sohbet aşağı yukarı bu kadar, Cemal’in gidip mani öğrendikten sonra mektuplarını o manilerle döşemesi, tarlalarda zor bir iş becerilince düzenlenen şenlikte karşılıklı oynamaları ama kimseye bir şey çaktırmama çabaları falan, sevdanın o koşullarda nasıl yeşerdiği, çok hoş, çok içten, doğayla birleşik. Cumalı’nın bir alametifarikası daha, coğrafyanın zamansallığını ve insan üzerindeki etkisini araya serpiyor: “Kış demek, fidan yetiştirmek demekti. Bahar demek, tarlaları hazırlamak, yaz demek tütün çapalamak, toplamak. Sonbaharda, yakında açılacak tütün piyasasının haberiyle ümitlenir, tasalanır, yüzleri bir gün gülerse beş gün kederli kalırdı.” (s. 33)  Tütün yapraklarının sıcakta yapışkan bir su salması, güneşin inmesiyle suyun donması, kırma işinin gün doğarken yapılması bu yüzden, bazen yerleri şaşıyor da hikâyeyi bölüyor Cumalı ama tahammül edilebilir görece. Bunun dışında mektupların dili eleştirilir ama, o kadar temiz, uzun yazmak Cemal’le Zeliş’in yapabileceği iş değil. Finale kadar akış klasik, Bekir nam paralı bir adam göz koyuyor Zeliş’e, Recep’i bol bol besleyerek söz alıyor, kız razı değilse de kaçıracak artık. Elbet razı değil, “O Boşnağın yüzüne hasret olmadığını” söylüyor, aralarını yapmak için gelen bohçacı kadının ağzının payını da verince kaçırmaktan başka çare kalmıyor artık. Alanında başarılı, becerdiği işler yüzünden sık sık hapse girip çıkan şoför ayarlanıyor, Yaşar nam zibidi de şahit olarak tutuluyor ki mahkemede kızın gönlü olduğunu söylesin, Bekir’in başına iş gelmesin. Plan hayata geçiriliyor, tarladan dönüşte kaçıracaklar da Zeliş’in kardeşi görüyor arabayı, koşup hemen ablasına haber veriyor. Zamanı gelmiştir artık, kaçma sözünü vermişlerdir birbirlerine, hemen yola düşerler. Tepeler, tarlalar, Urla’nın bitkileri, havası, arkada jandarmalar, devlet. Bu bölümde anlatıdaki değişimler arızalara yol açıyor ister istemez, Cumalı savcıyla hakim karakterleri üzerinden Dil Devrimi’nin değerlendirmesine girişiyor, hani bürokrasinin devrimlere bakışı olarak görülebilir, kıymetlidir de hikâyeden zınk diye fırlıyor bu bölüm, aynı şekilde hukukun sağlıklı biçimde işleyip işlemediğini de ele alıyor Cumalı, uzun yıllar avukatlık yaptığı için yargının girdisini çıktısını biliyor tabii, prosedürlerin uygulanıp uygulanmadığını aktarırken anlatı temposunu düşürüyor, bence gereğinden fazla odaklanıyor bol devletli bölümlere, en azından hikâyeyle kurduğu dengeyi gözetebilirdi ama yüklendikçe yükleniyor, bir yan ağır basmaya başlıyor. En son, eh, birbirlerine öyle tutkunlar ki karşılarında kimse duramıyor, çiftimiz mutlu yarınlara koşuyor diyebiliriz, tabii Zeliş’in kendine güvendiği kadar Cemal’e de güvenmesi, yakalanmalarından sonra da hiçbir aşamada geri adım atmaması belirliyor bu finali. Aralarındaki aşkı anlayan halkın tepkisi de ilginç, Cemal’i tanıyan Rizeli amcanın iki kaçağa yardım etmesinin arkasından gelen kendi hikâyesi aslında mazlumlara karşı doğal tepkinin temeli. Süreçte kendini gösterse de göstermese de devlet birilerinin ölümüne göz yumuyor, acı artmasın diye iki oğlunu öldürenleri öldürmeyeceğini söylüyor Rizeli, oğlunun arkadaşı Cemal’in nasıl biri olduğunu da bildiğinden yemek, yatak veriyor. Cemal’in ceza aldığı sıra kendini demir kapıya adeta zincirleyip Cemal’i bekleyeceğini haykıran Zeliş’in etrafında toplanıyorlar, Bekir’in tayfasıyla Recep’i bir temiz silkeliyorlar, Avukat Nihat’ı -Cumalı’nın ta kendisi olduğunu düşünmek hoşuma gitti- bulup getiriyorlar ki Cemal’le Zeliş’in nikahı oracıkta kıyılsın, adam hapisten kurtulsun, sevenler kavuşsun. Yani yıkılmaz, sarsılmaz bir sevdayı en saf haliyle gören Urla halkı çifte sahip çıkıyor, gerekirse gidip savcıyla, hakimle konuşup işi oluruna getiriyor, müthiş bir dayanışma.

Aksaklıkları tamam, önemli bir roman bu. Tavsiye ederim, okunsa ne güzel.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!