Yeterince kapıyor öykülerini Samancı. Yeterincelik denge işi, hikâyenin gizini korumak için anlatıcıyı kontrol altında tutma, anlatım hızını, akışını ayarlama işi, dili gözeterek veya dilin gözetiminde, öyküyü ince ince yoğurma. İki hoyratlık var sadece, bilgi topağı azsa da mevcut: “Camı açamıyorum. Sıcak lök gibi oturdu içime. Terliyorum. Karım meraklanmıştır şimdi. İkide bir pencereden, balkondan bakıyordur. İri bir kangal köpeği hızla kayıverdi. Komşu köyündür.” (s. 13) Düşünce akıyor, sonra pik yapıyor, yine yatağına dönüyor, şu meraklanma ve balkon işi. Taşır oysa, hızlı değişim bir yerde belli eder kaygıyı, akışı bozmadan. İkincisi de her öyküde aynı sesin duyulması, anlatıcının ve anlatım niteliğinin hiç değişmemesi. Dehşet devlet, cinayetler, her şey suskuya yol açar da usul usul bir anlatım gerekir, tamam, yine de karaktere göre özgünlük, hikâyeye göre özgünlük, kısacası özgünlük, farklı hikâyelere aynı anlatıcıyı tayin etmek değil. Gerçi son öyküye not düşülmüş, kitaptaki on dokuz öykü dokuz ayda yazılmış, konsept kitap ama anlatıcı o kadar konsept olmamalı onca hikâye için. Çok öznel bir şey söylüyorum gerçi, neden olmasın, beklentim başka sadece, değişen manzaraya aynı pencereden bakmamak. Sağlam öyküler yoksa, misal “Errık Adam” diğer öykülere göre daha sönük ama yine iyi, anlatıcıyla Suna’nın gezintisini ikide bir bölen Errık Adam’ın rahat vermemesinin bağlandığı nokta tepeden düşse de. Fren seslerinden ürküyor Adam, başını paltosunun içine gömüyor, duraktaki ağacın altında bir yontu. Bahar, yürümek ve azıcık öpüşmek için süper mevsim, çift parkta dolanıyor, çimlere uzanıyor, Adam takipte. Cebinden çıkardığı saç tutamı, anlatıcının verdiği sigaralardan aldığı derin nefesler, Suna’nın verdiği eriklerle mücadele -dişi yok çünkü- ve askerî araçların gürültüyle geçmesi önünden. İniltili sesler, debelenme, final: “Çocuklar boom! Kari boom! Öldi!” Her öyküde dank diye düşmüyor kafaya bir şeyler de bu öyküye lazımmış, sadece zamanın daha yavaş akmaya başlaması gerekiyor tam o araçlar geçerken, Adam’ın tepkileriyle çiftinkini ayrıntılandırmak belki, tansiyonun değiştiği yerlerde netlikle de oynamak yani. “Yoldaki Araba”da gerek kalmıyor buna, düğüne giden anlatıcı geç kaldığı için eşinin kalaylayacağından korkuyor, yolların bozukluğundan seçim yatırımı için söylenen yalanlara varıyor, kısacası iç monologda örüntü sağlam, o hararet yerinde, anlatıcının yolda gördüğü kapıları açık araca karşı tutumu fırlamıyor hikâyeden. Arka koltukta biri yatıyor, direksiyondaki adam ensesinden vurulmuş, anlatıcının bagajda bulduğu para ve altın dolu poşetin gösterdiği üzere planlı bir cinayet söz konusu, iş bitince failler hemen uzaklaşmışlar oradan. Anlatıcı kimseye haber vermiyor, poşeti alıyor ki eşi yine kafa ütülemeye kalkarsa çat diye koysun ortaya, bari beş para ettiğini göstersin. Kıvamı tutmuş bu öykünün, diğerlerininki keza. “Avuç İçi Kadarsa” sesi en kısık öykü politik açıdan, anlatıcının “haki renklilerden korkması” var bir, yalnız kadınların sosyal yaşamlarında cebelleştikleri söz konusu asıl. Nezihe’nin evinde yalnızlığı konuşuyorlar, anlatıcı bir başına ölmekten çok korkuyor ama evlenmek isteyeceği pek kimse de çıkmamış karşısına. Yedekte biri duruyor, olursa olur, o zamana kadar mahallenin kadınlarının az çok dışlayıcılığından mustarip. Mervan belediye başkanının kızıyla evlendikten sonra kalkan burnunu bir yerlere sıkıştırsın, Aysel gibiler kocalarını kapacaklarını düşünerek pis pis baksın, Nezihe’yle anlatıcıysa parklarda dolansınlar, mevsimlik işçilerle, köyünden göçenlerle otursunlar. Yalıtılmışlar, yaş da geçkin, çaresizlik her olayda belli. Geçmişten gelen örselenmenin etkisi de var tabii, çekingenlik kodlara işlemiş. “Ağabeylerim çekip gitti. Hiç düşünmediler beni. Pantolon giydiğimde az mı yürüdüler üstüme. Onlar kahvedeyken oradan geçemezmişim. Pantolonlarla uğraşıyoruz hâlâ!” (s. 27) “Kaygı”da iki mevzu sarmaşık, anlatıcı hem eşinin geçmişte onca erkeklik yapmasından sonra yaşlanınca güçsüzleştiğini düşünüp kendi korkularının üzerinde duruyor, eşinin neyinden çekindiğini düşünüyor, hem de kimliğini yanına almadan sokağa çıkan oğlunun başına gelebileceklerden ödü kopuyor, zil çalınca rahatlıyor nihayet. Bir duyguya doluşanlar dökülüyor aslında, evle sokak arasındaki çizginin kalktığı zamanlar var: evde koca, dışarıda devlet.
“Kokulu Karpuzları Özledim”le birlikte Doğu’nun tehlikeli atmosferine giriyoruz, adım adım inceleyelim. Anlatıcı uzun zamandır ilçede, babasının kötüleştiğini öğrenince rapor alıp memleketine doğru yola çıkıyor. Öncesinde yaza dair izlenimler, kahveden gelen şakırtılar arttığında bir yerinin açık olduğunu düşünüp irkiliyor anlatıcı, törenle askere uğurlanan gençlere denk geldiyse köçek Mahir’in topluluk için ifade ettiği anlamı irdeliyor, Ali Dayı’nın getirdiği balıklar için, “Dicle’nin balıklarından da güzel ha!” deyişini hatırlıyor. Gecenin bir yarısı telefon gelince eşi de uyanıyor, kimin öldürüldüğünü soruyor panikle, travmanın boyutu. Samancı’nın karakterleri geçmişten gelen dehşet karşısında çaresizler, bu öyküde anlatıcının aklına Zozan’ın yüzüne kezzap atıldığı, Meral’i ajanlıkla suçladığı geliyor, caddenin ortasında sağ ayağı karnına çekik insan figürünü çizen polisler, evleri basanlar, cesetler, bunlardan kurtuluş yok. Baba zar zor açıyor gözünü, ortalığın biraz düzeldiğini söylüyor. Çok çekmiştir o da, oğulları yüksek tahsil görürlerken mutludur da sokaktan askerî araçlar geçmeye başlayınca mahvolacaklarını söylemeye başlar, nitekim bir gece evleri basılır, alıp götürürler babayı, beş ay sonra salarlar ama aynı insan değildir artık. Anne örtünüp namaz kılmaya başlamıştır eşi götürülünce, oğlanlar yurt dışına gitmeyi başardıktan sonra rahat ederler, mümkünse öyle bir şey. Torunlarını görememiştir baba, son nefesini verirken üzülür, fotoğraflardan çocukların kulaklarının kendisininki gibi olduğunu görmüştür neyse ki, bir de baştan aşağı sarı gelinlerini. Anlatıcıyla annesi de durmazlar, oğlanların yanına gittiklerini görürüz hikâyenin sonunda. Kilise çanları ve öte yakadaki kalenin surları. İkincisi anlatıcının memleketindeki surlara benzer, kokulu karpuzların tadı gelir anlatıcının ağzına. Şu da aklına: “Köyden gelen uzun elbiseli akraba kızlarıyla dışarıya çıkmak istemezdim; çünkü benim kolsuz elbiselerim, mini eteğim vardı. Kürtçe konuşmaktan utanırdım; Kürtçe bilmeyenler önemsenirdi ya… Hele Türkçe aksanlı kibarcık Kürtçe konuşanlar pek havalıydılar o zaman…” (s. 40)
“Hivda Ana”yla bitireyim, öyküde “Hîvda” diye geçiyor, öykünün adında öyle. Korucular eziyet ediyorlar Ana’ya, silahlarıyla harman yerinde volta atıyorlar, keleşleri getirmesini istiyorlar kadından. Zamanında birlikte çalışmışlar harmanda, Ana’nın ekmeğini yemişler, hele o korucu başı Kero’ya ne emek vermiş Ana da inandıramıyor bucağında silah olmadığına. Eşi Remo bahçe sulamadan dönüyor, adımları yavaşlıyor, çembere alınıyor hemen. Kero vurmayı bıraktığında gösteriyor, Remo altına işemiş, şalvarı ıslak. Çocuklar, gelinler şehirde, onları da görecekler zamanı gelince. Gidiyorlar eşini paklıyor Ana, döşeğine çaresizlik içinde uzanırken köye doğru uzanan ışığı görüyor. Minibüs, dağdakiler. Su testisi elden ele dolanıyor, Rodi duymuş olanları, onların çardakta kalıp kalmadıklarını soruyor. Yutkunma, sessizlik, başın belli belirsiz bir hareketi. Şafak söküyor, Ana’nın kalbi sıkışıyor, gözü seğiriyor, köyü sarsan silah seslerini duyunca Remo’yu sarsıyor, alnında soğuk ter, bir şey söyleyecek ama ağzı açık kalıyor. Ağır, has öykü bu, daha ağır bir benzerinde dilin gölgesi en koyu biçimiyle kuruyor hikâyeyi, anlatıcı kadının “zenciliği” insanlık dışı bir biçimde kazınmış ruhuna.
Kürtlerin devlet dersleriyle imtihanlarından örnekler. Kayıpların, ölülerin öyküleri, yaşayanların bir vazife gibi yaşamaları artık, vahşeti duyurmak için.











Cevap yaz