Ceyhun’un polemikçiliğine şapka çıkarılır, misal Cahit Tanyol’un “günün birinde siyasi iktidarı ele geçirirlerse, din sömürücülerinin ülkemizde kuracakları devletin ‘teokratik’ değil, ‘irtica devleti’ olacağı” fikrine karşı “irtica” sözcüğünün İslamîleştirilmiş Arapçadaki karşılığını öne sürüp argüman üretmesi, tartışmayı terimler üzerinden kurup Tanyol’un sosyolojik çıkarımlarını tartışma bağlamına almaması ilginç, Tanyol’un “Arapların kendi göçebe dünyalarının sınırları içinde Kuran’ın her güçlüğü çözeceğine inandıkları için, başka yazılı yapıtlara ihtiyaç duymamaları” savını sadece “Arapların Arap abecesini ta 2. yüzyıldan beri kullanmaları” üzerinden değerlendirmesi, eh, bütün bunların doğruluğunda yanlışlığında değilim elbet, sadece eşdeğerliğe, kapsama bakıyorum, daha ilginç. Anladığım kadarıyla -ki anlamıyorum- eleştireceği fikri istediğince çerçeveliyor Ceyhun, sorunu kendi cevaplarıyla işleyebileceği biçime getiriyor, bu durumda da düşünce tahrifi üzerinden düşünce üretiyor. Uzun anlattım da vardır bu safsatanın tek sözcüklük, terimlik karşılığı, şimdi ChatGPT’den baktım da “tepkisel indirgeme” var, straw man fallacy diye geçiyor, bilemedim. Biraz daha kaşındım, hasty generalization diyor, composition fallacy diyor, straw man fallacy (with a twist) diyor, sanırım bu. Neyse, benzer bir mesele Oriana Fallaci’nin mektubuyla çıkıyor, “‘Soğuk Savaş’ ve Edebiyat”ta. Ceyhun tey Kıbrıs’tan başlatıyor olayı, İnönü Hükümeti’nin verdiği notayı Makarios’un reddetmesi, ardından ABD Başkanı Johnson’ın İnönü’ye gönderdiği mektup, İnönü’nün “Madem öyle, yeni bir dünya kurulur ve biz de orada yerimizi alırız” cevabı. Yeni dünyayı Fallaci’nin mektubu üzerinden kurmak istiyor Ceyhun, mesele Fallaci’nin kitaplarının telif hakkı ödenmeden, üstelik tahrif edilerek basılmasının bir parçası olarak(!) Uluslararası Bern Antlaşması’nın önayak olduğu kültürel emperyalizm. Cümleyi bok gibi kurdum ama acelem var, pardon. Şudur, 1 Kasım 1991’de İstanbul Kitap Fuarı başlıyor, Fallaci’ye aylar önce çağrı mektubu gönderilmiş, Fallaci açılışa bir gün kala faksla gönderdiği cevabı olabildiğince özetlemeye çalışayım: “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile ona bağlı yönetmelikler ne işe yarıyor bir anlatın hele, Uluslararası Bern Antlaşması varken neler yapıyorsunuz? Şu kitabımı basıyorlar, telif yok, bu kitabımı basıyorlar, telif yok, eserlerimden tiyatro oyunu çıkarıp sahneliyorlar, telif yok, avukat tutup sizin adalet sisteminizin içinde hakkımı aramaya çalışıyorum, Altın Kitaplar’ın editörü, “Bana ne kardeşim, istediğim gibi basarım,” diyor. Verso Yayınları, Can Yayınları, Altın Kitaplar, Galeri Arkadaş Yayınevi, neler yapıyorsunuz, TYS neden hakkımı korumuyor, süs olarak mı orada, Türk yazarların başına gelse şu benim başıma gelen, tepkileri ne olurdu?” Olay budur, sanatçının geliri, telif hakkı, kanunlar, yasalar, bir dünya eleştiri getirilebilir, verimli tartışmalar yürütülebilir, çok su götürecek konular da Ceyhun’un baktığı yer gerçekten bombastik. Fallaci’nin sözlerinin gerisindeki “Haçlı” mantığı, Avrupalıların kendilerinin dışındakileri küçümseyen, aşağılayan o Batılı küstahlığı, hadi yine “yazar öfkesi”ne yoruyor Ceyhun, hoş görüyor, eksik olmasın. Türkiye hakkında üstünkörü bir araştırma bile yapmamış Fallaci, sert ve aşağılayıcı tepkisini göstermeden önce araştırsaymış ya azıcık. “Çünkü, birazcık araştırsa, görecektir ki Uluslararası Bern Antlaşmasını Türkiye de imzalamıştır. Hem de, antlaşmayı imzalamayı, belki İtalya’dan da önce, daha 1924 yılında, Lozan’da kabul etmiştir.” (s. 18) Höykürdüm bu savunuyu okuyunca, vay Fallaci’ye bak sen, kimin neyi imzalayıp imzalamadığını bilmeden hakkını aramaya kalkıyor! Uzun uzun anlatıyor Ceyhun, şu tarihte şunlar imzalanmış, bazı şeyler imzalanmamış, sonra ansızın Menderes Hükümeti, CHP’nin atmadığı imzayı DP atmış da Amerikan edebiyatı ve kültürü istila etmeye başlamış ülkeyi. Hibeler, krediler, tedarikler, sonra Amerikan kitaplarını almayı zorunlu tutan yasalar, bir şeyler, kısacası memleket işgal altında. Ey, madem on yıl sonra da telif hakkı ödenmesi kaidesi var, neden aynı şey Türk yazarlar için de uygulanmıyor, mesela Cem Yayınevi’nin kurucusu, Ceyhun’un gördüğü en has adamlardan Oğuz Akkan demiş ki Demirtaş’ı basmaktansa Hemingway’i basmak evlâdır, garanti satacaktır çünkü, akarı kokarı yoktur, tamam da bu durum küçük ülkenin büyük yazarını öldürüyorsa buna yol açan telif hakları yasaları cortlamış değil midir? Asıl bomba sonda: yoksa Hemingway’in kitapları da on yıl geçtikten sonra bile(!) kendisinden telif hakkı satın alınarak mı yağmalanmıştır yayınevlerimiz tarafından? “Çünkü, baksanıza bir başka Batılı, Oriana Fallaci, hiç suçumuz yokken, gene kendilerinin zorlamasıyla imzaladığımız bir uluslararası antlaşma gereği ödenmemiş telif haklarından dolayı, hepimizi bir çırpıda, gözünü bile kırpmadan hırsızlıkla suçlayabilmektedir.” (s. 24) Sınırı, ögeleri belli bir olayı genele yaymak muhteşem, bu yazının Gösteri‘de yayımlanması da muhteşem ama, biraz faul yapayım, ödül alabilmek için jüri üyelerini Çiçek Pasajı’nda defalarca darlayan Ceyhun’un metinleri çevrilse yabancı dillere, gram telif alamasa mesela. “Ama, Oriana Fallaci’den özür diliyorum, gene de…” (s. 24) Aslan yürek. Dediğim gibi muhteşem bir polemikçi Ceyhun, safsatalarını yakalamak çok eğlenceli. Ha, bağlamı doğru oturtsa içerikte sorun yok, en azından eleştirilerinde tutarlılık var, kapitalizme dair yorumları yerinde.
Halkın okumamasına karşı tutumunu faturayı kime kestiği üzerinden inceleyebiliriz, “Yazıya Şerbetlidir Halkım… Kitap Ona Dokunmaz…”da veryansın ediyor Ceyhun, hani o kadar da yazıp çizmiş dergilerde, gazetelerde, “dilekçe kitap”ında, halkın kendisini yine kendisine şikayet etmiş, e yine okumuyormuş, bir daha yazıyor. Halk sağır, kör, yazıya karşı şerbetli, kısacası hâlâ göçebe, Âşık Veysel’in dediği gibi güzellik on para etmiyormuş aşk olmayınca da âşıkmış Ceyhun, o yüzden ısrarla aynı konuya değiniyormuş. “Ya tutarsa”, ya okursa, ya bir şey olursa diye yazmaya devam. Neşet Çağatay’ın Ahilik araştırmasında söylediği bir şey: Ahi örgütünün zaviyelerinde akşamları hep birlikte yemek yedikten sonra kitap okurlar, ardından sema ve raks ederlermiş, yani şerbet mutlaka bozulacak ve yeniden okuyacak milletimiz. De, pratiğin dahil olduğu ritüele kimler katılıyor, kim okuyor da kimler dinliyor, yani günümüzün okuruyla o zamanın okuru bir mi, mesela günümüzde zaviye toplaşmaları olsa da hep beraber Intermezzo okusak diye benim de aklımdan geçmedi değil, bir de Aki Kaurismäki filmi patlatırız üstüne, sınıf bilinci kazanırız? “Bu nedenle, yazdıklarımızı belki şimdi de okumaz deyip, hep bir ağızdan biz okuyalım bağıra çağıra… Belki dua sanıp, duyar.” (s. 10) Çok dertlenmiş Ceyhun, cürmünün ne olduğunu bile kestiremediğinden, yazdıklarının etkisini doğrudan göremediğinden fena üzgün. Yine istediği yerde değil ama okunuyor en azından, sahafları kurcalayanlar kitaplarını bulabilirler, teselli olur mu bilmem. Her okuru dua etsin Ceyhun’un ruhuna, ne bileyim.
“‘Soğuk Savaş’, Medya ve Küreselleşme” vaziyetin bir özeti, 1997’de küreselleşmeyle ilgili bir konferansta sunmuş Ceyhun. “Hars” bize Ziya Gökalp’ten geliyor, “kültür” benimsenmiş onun yerine, “medya” da Özal’ın hediyesi. Bunları birleştirince Humeyni’nin Paris’teki sürgünlüğünden İran’ın başına geçişine dek medyanın etkisi çıkıyor ortaya, anaakım medyanın fişeklemesiyle coşturulan bir kesim tepetaklak edilesiye umutlanıyor Humeyni’den, sonrası facia. Kültür emperyalizmi de bu yolla güçleniyor, ülkelerin dilleri belirleniyor, bağımsızlığını 1950’den sonra kazanan ülkeler özellikle saldırı altında. McCarthy döneminin mahkemeleri, kültürel yayılmacılık, nihayetinde çöküş. “Ve, bilindiği gibi, emperyalizm bu ve benzeri ideolojik saldırılarla koca Sovyetler Birliği’ni, doğrudan tek kurşun sıkmadan tarihin karanlıklarına gömmeyi başarmıştır.” (s. 35) Doğan Gürpınar’ın Küstah ve Cüretkar: Türkiye’nin Doksanlı Yılları nam muazzam araştırmasında Serdar Turgut gibi kültür pompacıları için ayrı bir bölüm vardı, hani Batılı yaşam tarzının ne kadar şukela olduğuna dair, gusto musto. Sağlam eleştiriyor Ceyhun, bakmalı. Bakarken de nereyi nasıl kanırttığını görmeli tabii.











Cevap yaz