M. Sadık Aslankara – Bin Yüz Bir Giz

Sıkı roman, Aslankara’nın yazdığı ilk romanı değil de basılan ilk romanı zannediyorum. Sağlamlığı taklalı hikâyeyle klasik hikâyenin kesişiminin pek tutulmasından, sarmalın çözülmeden metnin sonuna kadar uzanmasından yani, ayrıca iki odak noktasının uyuşumundan. Takla otobüs yolculuğunda, yakın çekim, hızlı ve tek parça akış çünkü uydurukçuluk yol boyunca, kesilmeden sürüyor, yazarın epigrafta belirttiği gibi romanda anlatılanlar uydurma olsa da onları bir otobüs yolculuğu sırasında uydurmuş, geceymiş ve uyku tutmamış, yapacak başka bir şey yokmuş, dolayısıyla üfürdüğü klasik hikâye olacak başlı başına, yolda düşündükleri ve konuştukları eklenecek. Belki yazarın uydurdukları eklenecektir yolculuğa, bu daha makul zira NİHİLİST’le, kurmaca karakterle diyaloglarında klasik hikâyenin yol açtığı tartışmalara girişiyor, ne diyelim, “Yazar”, kasabanın insanlarını kurgulama biçimine karşı çıkan NİHİLİST toplum, birey, sanat sepet, ne mevzu varsa kasvetli süperego vazifesi görerek körükle koşuyor Yazar’ın hayal gücüne, hani sesini hikâyeye katmasa daha matrak bir hikâye çıkacak ortaya sanki. Belki tam tersi. Kasabada yaşananlar üzerinde eser miktarda etkisi var diye düşünüyorum, aşırı yorumun sınırlarına geliyorum, başta Belediye Başkanı’nın İstanbul’da okurken pek sevdiği tiyatroyu seçildiği ilçeye getirme planını duyurması, ardından çelmecisinin, hınklayıcısının, iteleyicisinin piyasaya çıkması Arı Kovanı‘nın kalabalığını anımsatıyor, bin yüz, hani biraz da Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü‘nü görüyorum ama anlatım tekniğiyle konu başka akış benzese de. Neyse, postmodern nameler ruhu sarmadan sürüyor hikâye, Yazar NİHİLİST’le cebelleşirken kasabadaki güç odakları birbirine giriyor, sermaye bir yandan, küçük yerdeki sanat çevresi diğer yandan, tabii particilik olmazsa olmaz ama asıl olmazsa olmaz mütedeyyin kesimin höyhöyü. Bütün bunları bir araya getiren kurgu sağlam, bu kadar gevezelik yaptım sırf sağlamlığı aktarabilmek için. Otobüsün camına “NISILAMZAY NAMOR BİR” yazan Yazar’ın kasabayla bağını bir müddet çözemeyeceğiz, neci olduğu ilerleyen bölümlerde ortaya çıkacak, cama öyle yazmıyor tabii de muhtemelen birini yolculamaya gelen uzun saçlı adam öyle okuyor. Eh, hikâyeyi kimin anlatacağını sorarak ilk taklayı atıyor Yazar, uzun saçlı adam mı yoksa kendi mi? Bu arada NİHİLİST mevsimin cama yazı yazmak için uygun olmadığını söylüyor, böylece romana koymalık kasabadan daha gerçek olmadığını söylüyor yolculuğun, o katmanı da bulandırıyor ama Yazar’ın hohlayıp hohlamadığını biliyor muyuz, Yazar neyi anlatıp neyi anlatmıyor, başlı başına takladır. Anadolu’ya bakışında elbet önyargı var ama olumsuz anlamıyla düşünmemek gerek önyargıyı, hikâyenin bir yerinde de geçiyor zaten, köklü burjuvazinin kurumlarını tepeden indirmekle olmayacak işler deneniyorsa Yazar’ın kurgusuna benzer şeyler yaşanacaktır, mesela İl Başkanı, İlçe Başkanı telaşlanacaktır çünkü oy versinler diye Süleymancıları belediye meclisine almışlardır, tiyatro miyatro fincancı katırlarını ürkütürse bitti gitti, bir daha seçilemezler, avantasına bakan burjuvacıklar elbet çıkar kollayacaktır, yıllardır tiyatroyla uğraşan Köfteci Muammer’in gönlünü hoş tutmak gerekecektir çünkü ilçede tiyatronun zaptiyesidir kendisi, AY-GEN AŞ’nin ortakları Ömer Gencer’le Ramazan Aydın’ın tiyatro binasından beklentileri vardır, yani küçük yerde bir şey yapılacaksa herkes bir şekilde olaya dahil olur, çatışmalar yaşanır, tavizler verilir, belki silahlar patlar, dengeler şöyle iyi bir sallanır ki yenileri oluşsun. Misal yerel gazetede Başkan’ı eleştiren bir haber çıkacak çünkü Başkan’ın akrabası AY-GEN’in üçüncü ortağı, nikah töreni yeni açılan sahnede yapılacak, bu tür bağlantılar eleştirilmeli de gazetenin sahibi müsaade etmiyor yazının yayımlanmasına, o kadar da uzun boylu olmadığını söylüyor kısaca. Siyasetin, ekonominin kılcallarını ortaya çıkaran olaylar bu tiyatro meselesiyle birlikte pörtleyince ortalık yangın yerine dönüyor bir anda. Aslında iki ay içinde diyelim, Başkan’ın konuşması 27 Mart 1984’te, tiyatronun açılışı 19 Mayıs’ta. Kıps. Küçük insanlar, küçük hesaplar, memleket. Konuşmadan sonra alkışlıyorlar ama evden tekbir getirerek çıkıyorlar, din elden gitmesin diye denge politikası. Başkan’ın çıkışı da ilginç, abi onayı olmadan kılını kıpırdatamayanların geleneğine radikal bir yaklaşım. Tiyatro? Geçmişte kaldı öyle şeyler, gavur icadı olmasına da beş kalmış, köy oyunlarıyla koşutluğu olmasa taşa tutarlar. Tiyatronun yanına cami yapılmasını da istiyorlar çünkü kafirliği imanla etkisiz hale getirmek lazım.

Mazbata alıyor Başkan, Süleymancılar deve, Nakşibendiler dana kesiyorlar, bu romantik ortamda Başkanlık Sekreteri Sibel Hanım abayı yakıyor Başkan’a, adam Paul Newman’a benzediğinden. Buradan uzamayacak hikâye, Sibel renk olarak var, belki Başkan’ın karizmasını imlemek için. Kör Remzi, Motorlu Hoca ve Arap Hafız kasabanın önde gelen huhucularından, Remzi daha çok iş yapıyor çünkü kör, Hoca’yla Hafız gıcık oluyorlar ama yapacak bir şey yok, Allah’tandır körlük, adamın daha çok kazanmasına ses çıkaracak halleri yok. Başkan’a karşı milleti kışkırtmaya çalışıyorlar ama onların ekmeğini de, camiye cukkayı da AY-GEN sağlıyor, dolayısıyla bir uyarıyla süt dökmüş kediye dönüyorlar. Eylemleri sürecek, bir anlamda yeraltına çekilecekler ve son darbeyi indirecekler zamanı gelince. Ha, Başkan’ın kenti sahiplenme konusunda halkın tutumunu yansıtan bir konuşması var, doğrudan alıntılayacağım çünkü Cengiz Bektaş’ın da aynı yerden değindiği bir mevzudur katılımcılık. Kasabanın yakınlarında Erodikya nam antik bir mekân var, 10 bin kişilik tiyatrosunda in cin top oynuyor, koridorlar tuvalet olmuş. “‘Kent insanı niye sahip çıkmaz buralara? Neden benimsemez Erodikya’yı? Neden sahip çıkmaz Akkaya’ya, Kızılkaya’ya? Kendinin değil de ondan! Bu yüzden kent insanını, kentin sahibi kılmak gerekir! Kendi kentini gerçekten kendi kenti, kendi evi, damı, odası, yatağı gibi hissetmeli! Böyle olursa bu kent için bir şeyler yapar! Aksi halde berbat eder, harap eder! Bu yüzden işte, ülkemizde ne denli antik kent varsa, hepsi de viraneye dönüşmüştür! Benim olamıyorsa, hiç kimsenin olmasın demiştir!’” (s. 50) Tam bir politikacı, yoksa o partiye hiç uymayan bir profil çiziyor sırf şu söyledikleriyle, tuhaf. Gazete mevzusunu açıyorum biraz, Son Haber muhalif bir gazetedir, Yazı İşleri Müdürü İsmail Bey muhalif midir, herhalde, yazarı Bozbulanık Muhittin Bey kökten muhaliftir, yani tiyatro elbet iyi bir şeydir ama sağındaki solundaki insanlara hiçbir şey danışmamıştır Başkan, dan diye atmıştır ortaya, Muhittin bu işin içinde bir iş olduğunu düşünüp biraz araştırma yapar, bulgularını yazar ama İsmail’den kesik yer. Açık açık söyler ayrıca, gazeteye reklam verenler bellidir, satın almak istediği evin falan fiyatı bellidir, para musluğunun kesilmesini istemez. Aslankara hemen hemen bütün bileşenlere değinir, herhalde bir asker yok ama kolluğun dahil olacağı bir ortam yok, hani öylesi bir kırsallık söz konusu değil, Batı Anadolu kasabalarından biri o.

Büyük gün yaklaşır, salonu malonu her şey hazır hale getirilir, provalar yapılır, iş açılışa kalmıştır. Son gece sabaha kadar çalışır oyuncular, uykusuzluktan gözleri kapanırken biri kara kara adamların salona süzüldüklerini, hatta içlerinden birinin sırıttığını görür. Benzin, ateş, yangın! Ortalık cehenneme döner, herkes kaçışır, oyuncular canlarını zor kurtarırlar. Yol bitmez henüz, Yazar kurgusunu yerinde noktalar, tempoyu iyi ayarlamıştır, karakteriyle çatışmayı da yerinde bitirmiştir açıkçası. Kimdir, Başkan’ın İstanbul’dan çağırdığı ünlü bir sanatçıdır, oyunculuğunun yanında yazarlığı da vardır. Yazar. Dört dörtlük.

Aslankara’nın kurgularına göz atmalı, denk gelişler ola ama bunun yanında ısrarla aranmalı, bulunmalı. Yeni baskıları var gerçi, Can basmış. Tavsiye ederim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!