Beş öykü, Anadolu’nun hali. Devlet zaten yoktur, ağaların silah çekip marabalarını vurmamalarının iki sebebi vardır: kurşun daha pahalıdır ve yapılacak işler için adam lazımdır. “Gaffar ile Zara”da Gaffar’ın Almanya’ya gideceğini duyan ağa kızar, hainlik ettiğini söyler Gaffar’a, oğlunu kurtarmak için öne çıkan anasının böğrüne tekmeyi yapıştırdığı gibi kadını iki büklüm eder, atını döndürüp gider. Ana nice tekmeler yemiştir o güne dek, Gaffar yaşayacaksa daha yer, anası daha fazla tekme yemesin diye gitmeyi kafaya koyan Gaffar babasının hayır duasını almadan iş yapmak istemez ama gurbete gitmenin onursuzluk olduğunu bellemiş babaya laf dinletemez. Geçim zor, Mahra köyünün yanından geçen Fırat suyunu kısmış, bir pençe gölgeyle bir yudum suyun peşinde koşan köylüler iyice yorgun düşmüşlerdir, ağanın borç harç aldığı traktörün durmadan yorulmadan işlemesi de beladır, çalışmaya yer yoktur artık. Hikâyenin başında babasının kapısını çalar Gaffar, dışarıda çalışıp traktör alacağını söyler, ailesini kurtaracaktır. “‘Er olan, ancak asker ocağına, ya da namusu yere düşende, kan akıtıp mapusaneye gitmek için obasını boşlar. Yoksa senin gibi keyfi gurbete çıkmak soyumuzu lekeler.’” (s. 14) Kemal Ateş’in öykülerinde de ata toprağını terk edenlerin onmayacaklarını söyler büyükler, Ankara’nın kuytularında gecekonduları diktikten sonra geri dönen pek görülmemiştir ama Gaffar’ın hedefi başkadır, eşi Zara’nın civardaki büyük şehirlere gitme önerisini geri çevirir çünkü Alman parası Türk parasının üç misli değerlidir, traktörü daha kısa sürede alabilecektir yani, çorak topraktan ekmek çıkarmanın başka yolu yoktur. Yıldız’ın eleştirileri geliyor sonra, devlet ağaları didikleyip topraklarını dağıtmalarını istemiştir de Gaffar’ın ağası en işe yaramaz yerleri vermiştir köylülere, ardından üç otuz paraya hepsini satın almış, alırken de kinlenmiştir kendi toprağına para verdiği için. Devlet resmen icat çıkarmış, süreci takip etmemiştir, olan yine köylüye olmuştur yani. Bilgi topağını baba sallar ortaya, toprakların durumunu anlatırken hepsinin bildiği hikâyeyi baştan anlatıp öyküyü zedeler, sonda söylediğini söylese yeterli oysa: “‘Devriki sene büyük bir kıtlık oldu, ekinler susuzluktan kuruyup yandı. Gene ağa ulaştı imdadımıza. Devlet aklına uyup, dağıttığı toprağa sahip çıksaydık, askerden döndüğünde, mezarımızla karşılaşırdın oğlum.’” (s. 18) Gaffar hazırlıkları tamamlıyor sonra, Zara’ya tüfeğiyle uyumasını söylüyor, oğlunu gidişine hazırlıyor, neyse ki kısa sürede yumuşayan babasından da ailesine bakacağına dair söz alıyor, kamyon kasasında yallah İstanbul’a. Yıldız’ın muayeneye giren köylüleri anlattığı bir öyküsü var, Gaffar’ı o öyküde buluruz bence.
“Büyük Yas” kırsalın iki onur kodunu gösteriyor, hikâyesi zayıf ama insanın ince yerini anlattığı için önemli. Düğün, iki arkadaş silahlarını çekip havaya sıkıyorlar, Şehmuz’un silahı ateş alıyor da Nevres’inki tutukluk yapıyor. Aşağılama bahanesi, Şehmuz zorluyor, Nevres biraz uğraşıp tekrar sıkıyor, silah ateş almıyor, “dostuyla sevişirken kocası tarafından suçüstü yakalanan bir kadının şaşkınlığı ve ezikliği var üzerinde”. Silah, namus, bilmem ne. Şehmuz biraz daha matrak geçince namluyla burun buruna geliyor, Nevres arkadaşının bedeninde sınayacak. İlk denemede yine tık, ikincisinde ateş alıyor silah, Şehmuz göğsünden vuruluyor. Tansiyonun nasıl yükseldiği malum da Yıldız o kadar düz ve hızlı anlatmış ki geçip gidiyor her şey, sıfır duygu. İkinci mevzu Şehmuz’un nişanlısı Gülsüm’ün saçlarını yolması: müstakbel kaynanasıyla göz göze geldikten sonra dövünüyor, tutam tutam saç koparıyor başından Gülsüm, artık ne zaman saçları çıkar da omzuna dökülürse evinden o zaman çıkacak. Yasın büyüklüğüne göre edim, acının topluma teşhiri.
“Zırhlı Şamı” kuşbazlarla ilgili sağlam öykü. Yıldız’ın yazdığı başka bir kuşbaz öyküsünde aç karınlarını doyuramayan babayla oğulun paşa kuşları çekip günü kurtarmaları vardı, kendi kuşlarından da olabilirler ama açlıktan ölmenin sınırına geldiklerinde düşünmüyorlardı ötesini. Bu öyküde Vakkas Emmi ile Kuşçu Mansur’un kapışmalarını izliyoruz, aslında parasıyla kuş satın alan, besleyen kodamanla yaşamını kuşlardan kazanan, kuşların huyunu suyunu bilen köylünün çatışmalarını, hele aralarında bir söz dalaşı patlar ki Çiçek Abbas’ın lafları halt etmiştir. “‘Bunca asalatlı kuştu diyelim, senin eline nasıl düştü. Demek sahibine kanat çevirip kan kusturmuştur. Biz her satıcının ipiyle kuyuya inmezik babo!.. Çünkü aklımız yumurta sarısıyla beslenmiştir, akıyla değil.’” (s. 59) Dilini ayarlayamaz Mansur, evinden kaçanın murdar sayılacağını söyleyerek geçen güz kaçan Vakkas’ın kızını anarak onursuzluk eder, abisinin kızı vurup namuslarını temizlediğini(!) bilir ama yine de tutamaz dilini, tam silahlar çekilecekken engel olurlar. Kuşlar gökte artık, izliyorlar, Vakkas gülüyor çünkü Mansur’un kuşları hacamat olmuştur, Mansur da hacamat olup uzaklaşmıştır meydandan, zafer Vakkas’ındır. Görünen o ki. Olan başka, akşama doğru kuşlar eve dönerler de Zırhlı Şamı ortada görünmez, Vakkas’ın içini fenalıklar basar. Mansur’un oğlu gelir o sıra, babasının sözünü iletir: “Kuşçuluk zanaat işidir, düven fırlatmaya benzemez. Kuşunu geri salıyam, ismimi unutmasın!” Tavuk gibi yolunmuştur Zırhlı Şamı, ölmemiştir de başını kaldıracak mecali yoktur oğlanın elinden Vakkas’ın önüne düştüğü zaman. Aslında şöyle bir bakınca öykülerde onurla onursuzluğun insan için önemi var, türlü biçimde, namus, şeref, artık neyse. “Güzel Parmaklar”da benzer mevzu, yeni gelin tütün sarmayı bilmez, komşu kadından öğretmesini ister. Yaşlıca kadının hoşuna gider bu, bir tabaka tütün sarıp verir, kıza yardım ettiğinden böbürlenmek ister. Döşekte kocasına anlatır mevzuyu, bir araba dayak yer zira yeni gelinin çenesi durmayacaktır tabii, eşi belki kahvede o tütünlerden dağıtacak, yaşlıca kadının güzel parmaklarından çıkan tütünler keyifle içilecektir. Kahpelik, fahişelik, aklına ne gelirse saydırıyor adam, sopa üstüne sopa, o sıra yeni gelin de kocasıyla bir güzel eğleniyor, sigaraları özene bezene sardığını söylemiş. Söylenti de çıkıyor mudur acaba kahvede, Hış Ayşe’nin sardıkları bok gibi olur, iki nefeste ciğer bırakmaz, Nano Fatma öyle bir sarar ki atomlarına kadar içilebilir, heba olmaz. İşlerinin kalitesine göre değer biçilen kadınlar, sadece eşlerine çalışmazlarsa tekme tokat dövülen kadınlar. Değerleme sistemi.
“Kaçakçı Şahan”daki hikâyenin benzerini Otyam da anlatır Mayınlı Topraklar Üzerinde‘de, hatta olay öyle ses getirmiştir ki Meclis’te tartışılmış, kurdun kuşun yediği ceset nihayet mayınlı bölgeden alınmış da ailesince gömülmüştür. Askerlerin çevirdikleri dümenler yüzünden kaç insan ölmüş belli değil, bunlar önce anlaşıyorlar kaçakçılarla, sonra sınırdan geçmek üzere olanları tarıyorlar, mallarına el koyuyorlar. Öyle yapmıyorlarsa Şahan’ın başına gelenler yaşanıyor kötü senaryoda: mallar satılmış, altınlar cebe konmuş, yükle dönülecek. Yolda oğlunu düşünüyor Şahan, eniği kaçakçı etmeyeceğine kendi kendine söz veriyor, ardından sınıra gelip duruyor. Ya korku gitsin ya canı, Allah’a yakarıyor Şahan, adımını atıyor. Suriye’ye dönüp altınları ulaştırmak için çareler de düşünebilirdi ama kaçakçı cesur olur, hem onca sözü yiyemez. Havaya uçarken bunları düşünmüyor artık, yere düştüğünde bir gözünün görmediğini, bir bacağının yerinde olmadığını anlıyor, Ya Hüda, birazcık nefes daha! Az ötedeki jandarma karakolundan gelen aracı izliyor tek gözüyle, cebindekileri ağzına atıp yutmaya çalışıyor kurşun yerken. Sahne değişiyor, köyde herkesin başı önünde, komutan yarı parçalanmış cesedi gösterip kimliğini teşhis etmeye çalışıyor ama kimse, Şahan’ın babası bile tanımadığını söylüyor cesedi, tanıyan çıkarsa askerin ebedi uğraşacağını biliyorlar. “Kadınlar, yavaş yavaş dağılmaya başladı. Tanrı bu kadınlardan ağlamayı bile esirgemişti. Ölenin kim olduğunu ele vermemek yasalarında vardı çünkü. Ölen kaçakçının evi aranmasın, soyu mimlenip ikide bir sorgu-sualin ağzına sürülmesin diye.” (s. 85) İlçeden doktor gelmez o gün, ertesi gün gömülesiye hasırın altında bekleyecek cesedin yanına gider baba, Şahan’ın çenesini açıp ağzını kurcalamaya başlar ki altınları bulabilsin. Karnını da yaracak gerekirse, oğlanın geleceği için.
Ağır öyküler, Yıldız’a Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandıran öyküler.











Cevap yaz